29 Eylül 2008 Pazartesi

MASUMİYET MÜZESİ

Öncelikle belirtmem gerekir ki yazının Orhan Pamuk ve kitabıyla pek bir alakası yok. Yalnızca kullanılan bu ifadeyi yazının konusuna uygun bulduğum için kullandım. Tüm ilişki bundan ibaret; dolayısıyla yazı ve kitap arasında bir bağıntı aramayınız, yanılırsınız.

Konumuza gelecek olursak…

Geride bıraktığım çok uzun olmayan yıllar boyunca ortalama bir insanınki kadar, belki de daha az yoğun bir sosyal yaşantım oldu. Öyle bir sürü insan tanıdım, hepsinden çok şey öğrendim diyecek bir vaziyette değilim. Henüz kendimi yetişkin ve olgun da saymayacağım için yaşadıklarımdan önemli dersler çıkarttım ve artık akıllandım da diyemem. Ama ve lakin bazen kendimi oldukça karmaşık ilişkiler içinde bulduğum ve bu durumlara anlam vermeye çalıştığım oldu. Doğru cevapları bulduğumu düşünmüyorum ancak olayların akışı, insanları tavrı, davranış biçimleri, onları böyle davranmaya iten sebepler üzerine çokça kafa yordum. Ayrıca hayatın akışı içinde kendimi bazen melek bazen şeytan rolünde hissettim; en azından ben bazen de olsa gerçekten iyiliğin peşinden koştum. Bu karmaşık hal de beni yine olaylar ve kendim üzerinde düşünmeye itti. Sonuçta henüz bilgi mertebesine erişemese de elimde kendimce naçizane tespitlerim var diyebilirim.
"benim ruhum bakire"
sertab erener

Dediğim gibi bazen kendimi oldukça karmaşık ilişkiler içinde buldum. Karmaşık ilişkilerden kasıt elbette böyle filmlere, dizilere malzeme olacak cinsten hadiseler değil; yalnızca insanın kime hak vereceğini bilemediği, işin içinden bir türlü çıkılamadığı durumlar gibi karmaşık ilişkiler… Olabildiğince bu karmaşanın karşı taraflarını dinlemeye özen gösterdim ya da bazen her iki tarafta bana yakın olduğundan her iki tarafı da dinlemek mecburiyetinde kaldım. Bazen de alakam olmayan mevzularda, merakımdan kaynaklanan eğilimle kendimce gözlemler yapmaya, hangi tarafın haklı olduğunu çıkarmaya, olayı kendi kafamda çözümlemeye çalıştım. Bunların yanında elbette bir de hayatta kendi adıma bazı kararlar almak zorunda kaldım. Dostlarım bilir, bazı zamanlarda, kendi adıma öylesine kritik karar verdim ki sonucunda meydana gelen yanlışlıkları enine boyuna düşünmeye mecbur oldum. Pişmanlığın getirdiği sorgulamalarla geçmişteki beni ve o zamanki değerlendirmemi, neyin yanlış gittiğini uzun uzun düşündüm.

Sonuçta ne oldu diye sorarsanız hem benim için, hem de yakından tanıdığım insanlar için geçerli olacak bir çıkarımda bulundum kendimce: Bıkmadan usanmadan sarılınan masumiyet. Üstelik öyle böyle, yalandan takılınan bir maske gibi değil; bildiğin kanlı canlı, vicdanı sonsuza kadar rahatlatan masumiyet. Ben dahil, neredeyse herkesin yaptığı en büyük yanlışlarda dahi mutlaka haklı bir yanının olduğunu fark ettim. Evet, herkes kendi haklı sebepleriyle bir işe bulaşıyor ve haliyle sonsuz boşlukta bir olay için bir değil, iki değil bazen milyonlarca doğru çıkabiliyordu. Doğrunun bu kadar çeşitlenmesinin elbette doğal sonucu da iyilik ve kötülüğün arasındaki çizginin yavaşça kaybolması ve insanın hem melek, hem de şeytan biçimlerinde oldukça başarılı roller sergilemesi oldu. Açıkçası diğerlerini bilmem ancak ben artık iyilik ve kötülük arasına bir çizgi koyma konusunda ve dolayısıyla iyi bir insan olmak adına adımlar atmakta zorlanıyorum. Her konuda ben masumum deyip işin içinden kurtulmak, üstün bir retorik kabiliyetle mümkün neredeyse… En azından bezen ben kendimi kandırabilecek kadar ustalaşıyorum bu konuda.
"aşk karşımızdakinin mahvettiğini sandığımızdır"
charles bukowski

Aslında işin boyutu küçük, tespit de öyle harikulade bir tespit değil. Mahkemede herkese eşit savunma hakkı verilmesi mesela, olayların göreceliliğinin durumu ne kadar değiştirebilir ve suçluyla masumun hangi şartlarda belirlenebilir olduğu ile alakalı bir mevzu. Etik konusunda da bu tip sıkıntıların olduğunu biliyoruz; örneğin Şehrazat hanımın, oğlunu kurtarmak için geceliği 150.000 $’dan patronuna vermesi gibi mevzularda, dizide de olsa, ahlak konusunda karşımıza büyük açmazlar çıkabiliyor. Şimdi kadın namusunu mu koruyacak, oğlunu mu yaşatacak, kim masum, kim suçlu vs. böyle mevzularda hepten karışır. Ancak benim derdim böyle büyük mevzularda değil küçük mevzularda sarılınan masumiyet. Çünkü büyüklerinin hesabı hep bir şekilde insanın içinde yara olur ancak küçükleri er ya da geç unutulacaktır. Oysa küçük mevzularda yapılan yanlışlar belki hiç hatırlanmaz ve insan kendini hiç suçlamadan kolayca üzerine geçiriverir masumiyeti.
"sevdiklerimize neden hep doğruları söyleyelim,
ya doğruları duyduklarında artık bizi sevmezlerse?"
cahil periler filminden

Hatalar, yanlışlar, suçlar aslında biraz da olayın baktığımız tarafıyla ilintili. Özellikle ikili ilişkilerde bu yüzden empati kurumu bu denli önemli. Çünkü masumiyet aslında kırılgan gibi gözükse de, pişmanlık insanlar kendi içinde kapandıkça ve kendilerini merkeze alan bir düşünce yapısına sahip oldukça daha da zor ortaya çıkan bir duygu. Herkes doğruyu kendisinin bildiğini, ya da doğrunun kendisinin bildiği gibi olduğunu savunup karşı tarafı suçlayarak kolayca muhafaza ve müdafaa ediyor masumiyetini. Hal böyle olunca anlaşmak-karşılıklı anlaşılabilmek** neredeyse imkansız hale geliyor. İşin açıkçası karşılaştığım en bilge insanlarda, hatta böylece atıp tutmama rağmen bende de karşılaşılabilen bu durum bu; çünkü doğru değişebilir, daha doğrusu biçim değiştirebilir bir şey.
"hatasız kul olmaz
hatamla sev beni..."
orhan gencebay

Beni bunları yazmaya iten asıl mevzu ise dinlediğim birkaç şarkı oldu… Otobüste öyle alelade bir radyodan müzik çalarken Kıraç’ın bırakma beni, insanlar kötü* deyişine şahit oldum. Kıraç bey, anladım ki, gezmiş-görmüş-öğrenmiş ve kendinin iyi bir insan olduğuna karar vermiş olacak ki böyle bir cümle sarf etmiş. Elbette adam şarkıya böyle bir sözü rast gele yazmış olabilir ancak genelde insanlar hissettiklerini dile getirdiklerinden bu sözü onun şahsında kabul ediyorum ve soruyorum: Ey yüce Kıraç, kimseyi incitmedin mi bugüne kadar, hep o sahip olduğun yüce ahlakı korudun mu, meşhur olmak için hiç mi karanlık-çirkin işlere bulaşmadın? Pekala olmuştur, hepimizin olur, önemli olan olmaması değildir bence iyiliğin ve masumiyetin öyle gelişi güzel kullanılmaması asıl önemli olandır. Hele ki bir insanın kendini iyi addetmesi resmen abesle iştigaldir.

Benzeri bir örneği de ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği büyük filozoflardan Sagopa Kajmer*** üzerinden verelim. Bilindiği üzere son albümünün ismi Kötü İnsanları Tanıma Senesi… Sanırım kendisi ergenlerle fazla takılmış olacak ki, kendi dışındaki herkesten nefret etme eğilimi bu adamda da baş göstermiş. Birçok şarkısını dinledim, görüyorum ki yazık bir biçimde bir kendini beğenmişlik var bu tip davranışlarda. Oysa anlaşılması gereken şu var ki bu hayatta hiç kimse mükemmel değildir, herkesin kendince iyiliği-kötülüğü vardır. Sana istediğini vermedi ya da seni üzdü, sana yanlış yaptı diye bir insanın kötü olması mümkün değildir; kötülük olaylara bağımlı olacak derecede ufak bir meseleden ziyade çok az kişi de rastlanan bir ruh halidir. Seri katillerin bile karşımıza haklı sebepler koyabildiğini düşünürsek iyi ve kötü ele alınıp oynanamayacak kadar kırılgandır, bunu unutamamak gerekir.

Masumiyet, ekmek su kadar ihtiyacımız olan bir şey… Vicdan hepimizde neredeyse aynı sağlamlıkta ve kötülüğü kabul etmeyecek kadar dirençli bir yapıdadır. Haliyle belki bazen kendini kandıracak dahi olsa masumiyeti koruyacaktır, korumak zorundadır çünkü kimse kendinden nefret etmek istemez. Herkesin kendi içinde bir masumiyet müzesi vardır… Bu şekilde aynı olay için belki de yüzlerce doğru oluşur ve seninle aynı doğruyu paylaşmaması karşındakini kötü yapmaz. Sanırım iyiliği kendine has görenlerin de içlerindeki duvarları kırıp kendilerine söyledikleri yalanları görmeleri gerekir. Şahsi kanaatim asıl erdem en azından karşıdakini anlayabilme ve onun da haklı sebepleri olduğuna inanma niyetine sahip olmaktır.

----------------------------
*Bahsolunan şarkı Kıraç'ın Bırakma Beni şarkısıdır. Sözleri de Ümit Yaşar Oğuzcan'a ait, adam kaç defa intihar etmiş, nedeni belli...
**Aslında anlaşmak, karşılıklı olarak birbirini anlamak anlamına geliyor ancak burada karşılıklı anlaşmak gibi bir ifade kullanmak istemediğimden böyle bir ifadeyi-yinelemeyi tercih ettim
***Sagopa Kajmer, çeşitli şarkılarında divan edebiyatı şiirlerinden esinlemektedir. Şarkılarını dinleyenlerin bunu farkedecek birikimde olmaması sanırım onu avantajıdır. Böyle mi iyi insan olunuyor sevgili Sago??

12 Eylül 2008 Cuma

KARANLIK ODA*83

Sabah erken kalktım ve birkaç saatlik bir yolculuğun ardından ormanı aşıp deniz kenarındaki kasabaya vardım. Burası belki elli yüz hanenin yaşadığı, havasıyla ortaçağ kasabalarını hatırlatan, bu yüzden gözümde gerçeklikten kopmuş masala karışmış bir yer. Bugün burada olmamın sebebi biraz erzak ve sigara için de tütün ve çarşaf almak… Alışveriş sırasında köylülerle sohbet ediyorum; pek sık görünmeyen bu yabancıya karşı biraz meraklılar. Soru soruyorlar benimle ilgili ve ben kaçamak cevaplar veriyorum. İşim bitince sabahki yolculuğun aynısını bu kez geriye doğru yapıyorum. Kulübeye döndüğümde bir sigara yakıyorum; neredeyse akşamüstü olmuş.

Her nefeste tütünden ve kağıttan gelen çıtırtı seslerini dinleyip bugünkü düşünce konumuzu belirliyorum. Evet, artık her gün böyle bir şey var: Acılara neden olan şeyleri dağınık olarak dile getirmektense o gün canımın istediğiyle uğraşıyorum. Belki biraz daha rahatlatıcı ve pratik bir şey…

Ormanın siyah ağaçlarında yapılan kulübe dışarıdaki yağmurla her dakika biraz daha çürüyor. Herşey yoruyor onu neredeyse… Damarına çakılan her bakır çivi canını alıp yağan yağmurlar çürütüyor bedenindeki örgüleri. Ve güneş ortaya çıktığında ağacın kabuğu çatlayıp içindekileri ortaya saçıyor, savunmasız bırakıyor onları. İşte hayat diyorum ve ben; bu hayatın ne menem bir şey olduğunu anlatırken kendime. İlk nefesle başlarken hayata kendi ayaklarımızın üzerinde durmaya başladığımız günden beri bazen bir kulübe, bazen koca bir şato inşa eder gibi hayatımızı inşa ediyoruz ellerimizle. Önce yaslanacağı destekleri koyup sonra evi tuğlalarla tek tek çevreliyoruz. Ardından da süslü bir çatı koyuyoruz tepesine. Tabi bazı hayatlar daha şatafatlı; balkonu olan var, havuzu olan var, terası olan var… Kısacası türlü şekillerde, kendimize ve imkanlarımıza göre yavaşça şekillendiriyoruz onu. Ev bitince karşısına geçip bir süre izledikten sonra evimizi, o tatlı yorgunlukla iç dekorasyona koyuluyoruz. Oturma odamızı dostlarımızla, mutfağı yeteneklerimizle, çalışma odasını iş arkadaşlarımızla, yatak odamızı sevdiğimiz insanla süslüyoruz. Bazının hayatı uzaktan bir sanat eserini andıracak kadar güzel, bazının ki ise ne olduğu anlaşılmayacak kadar biçimsiz. Kimi kendini desteğe koyuyor evini inşa ederken, kimi kendinde o gücü bulamadığı için başkalarından destek alıyor. Ama herkes bir şekilde, birbirlerinden çok farklı olsa da bir hayat yaşayıp kendisine böyle evler yapıyor.

İşin aslı ben de kendine o gücü bulamayıp hayat evini başkasından destek alarak yapanlardanım. Önce neden o gücü bulamadın diye soracaksak bunun hayat olan inançsızlığımla izah etmenin mümkün olabileceğine inanıyorum. Neden bilmiyorum; niye bu şekilde inançsız ve hayata karşı miskin bir tavır benimsediğimi bilemiyorum. Daha önce de dediğim gibi belki kaybetmekten korkmaktan yani bir şekilde ulaşamama korkusundan bu hale geldim. Ya da belki de korktuğumdan… Sebep her neyse bir türlü kendimden destek alarak, kendi doğrularıma yaslanarak beni saklayacak, bana güven ve huzur verebilecek yuvayı kuramadım. Sonra hayatıma bana o güne kadar yaşamadığım duyguları yaşatacak biri girdi…

ilk nefeste ağlar ya bebekler benim de bu hikayem öyle bir acıyla, öylesine bir gözyaşıyla başladı. Hep efsanevi gelmiştir bana o başlangıç; Sıla’yla ilk göz göze geldiğimizde kalbimde duyduğum sızı fazlasıyla abartılmış aşk hikayelerinin başlangıcı gibidir. Ama ve lakin gerçekten olmuştur. Sıla bana bakıp gülümsediğinde ben tüm benliğimle o gülümseyişin ısıtan sıcaklığını hissetmişimdir. Bunu anlatmak çok güç… Sıcaklığından, yakıcı etkisinden ve verdiği kocaman mutluluktan ötürü bunu anlatabilmek görülen bir rüyayı başkasına tam anlamıyla anlatabilmek kadar zor. Devamı ise hepsinden daha beter.

Sıla’nın varlığının anlam kazanması yollarımızın ayrılışına tekabül eder…

O hayatı inşa ederken, doğru temeli seçmek kadar yanlış temeller üzerine kurulmuş bir yapının yıkılmamasını sağlamak da maharet ister; ben hayatımdan çıkışıyla yanlış bir seçim olduğunu anladığım Sıla’nın kaybında anladım bunu. Onu kaybetmek bir bakıma beceriksizlikti… Peki onu, üzerine koskoca bir ev kurduğum desteğimi hayatımda tutacak adımları atamamak ve böylece onu kaybettiğimde hayat diye kurduğum evin tüm şiddetiyle üzerime çökmesi neydi?

Peki canım yandı mı hiç?

Bileklerimden akan oluk oluk kana, iskeletimin önemli parçalarından olan ve şu anda kırık durumdaki birkaç kaburga kemiğime, ezilen muhtelif yerlerime, kopan parmaklarıma ve üzerime enkaz olup çullanmış hayatıma rağmen canımın yanmadığını biliyorum. Karanlıkta gözüme süzülen üç beş ışık demetinde sonsuz bir kayıtsızlıkta hiçbir şey hissetmediğimi hatırlıyorum. Hayat o anda, onun beni terk edişiyle yok olup gitmişti; giden tüm acılarım, tüm mutluluklarım, hayattan ve gelecekten tüm beklentilerim, geçmişe dönüp baktığımda yüzümde tebessüm oluşturan anılarımdı. Sıla giderken bana dair herşeyi alıp gitmişti. Ve her şeyin anlam olarak tam karşılığını artık üzülmeye veya canımın yanmasını sağlayacak duygularımın da hiçe döndüğünü anladığımda öğrendim. Ben o kadar olayın arasında adeta hayatsız kalmıştım. Aklımdan geçen tüm bu şeyleri bir kenara bırakıp kendime gelmek için yeni bir başlangıca ihtiyacım olduğunu kavradığımda ise aslında hiç hakkında ne kadar az şey bildiğimi ve ona ne kadar uzak olduğumu fark ettim.

Bunu ben söylemiyorum; pek çok insan hayatlarını bir evi inşa edermiş gibi yaşıyor. Güzelce dekore ederek o evi, sonradan dışarıdan görenlere gösteriş yapıyor. Kabul edelim lütfen, pek çoğumuz ve hatta belki hepimiz başkaları için yaşıyoruz. Tüm bu durumu doğrulayan ise aslında hepsi bir zamanlar güzel evlere sahipken artık hayatları enkaza dönüşmüş, hiç olan, hiçbir şeyleri olmayanlara verdiğimiz-vermediğimiz değer. Oysa o insanlara bakıp enkazların da değerli olabileceğini görmek çok zor değil. Ben bunu, o enkazın altında yatarken bile diğerlerine anlatabileceğim çok şeyim olduğunu anladığımda fark ettim. Enkazımı sahiplenmem ise o hiçbir şeye anlam katmam, kaybettiğim her şeyin yerine hiçbir şeyi koymam demekti.

Hayatımın enkazını sahiplendim… Ve kendime, hayatta mükemmeliyet kadar mağlubiyetin de insana ait bir şey olduğunu ispat edercesine o harabenin ne denli ben olduğunu söyledim. Sıla ise bir varlıktan daha çok yokluk olarak kabul edilecekti artık. Onun yokluğu bir varlık olarak vücut bulduğunda ruh halimde rüzgar zamanla üzerimdeki enkazı sıyırıp aldı. Aslında şimdi yokluğu varlığı daha büyük bir parçaydı benden; varlığından daha sivri, daha çarpıcı ve can acıtıcı bir şeydi yokluğu. Beni ayaklarımın üzerine basmaya zorlayacak, tek olmaya itecek ve bana yalnızlığın bir seçim değil zorunluluk olduğunu öğretecek kadar kanlı canlı dururken karşımda huzurumdan çok fazla şey götürdü. Sürekli uyanık olmanın ne demek olduğunu öğretebilecek bir tek oydu sanırım. Ve konu mutluluğa gelecekse eğer şunu söylemem mümkün ki yoklukları varlıklardan daha iyi kavrayabilmek çok az kişiye bahşedilmiş bir yetenekti; ve bende olmayan.

Sigara alevin kağıtta yayılarak yarattığı çıtırtılarla son demlerine geliyor. Kendimi ve onu, herkesi düşünüyorum… Bugün veya herhangi bir zamanda yalnız kalmaya sebebin mükemmeliyete olan tutkun halimizin hatası olduğunu anlatıyorum boşluğa. Zaman mükemmeliyetinden taviz vermediğimiz herşeyi tamamıyla aldı bizden ve yerine yalnızca yokluklarını bıraktı. Oysa onlara değişme, belki yok olma imkanını versek bu denli uzak olmazlardı bize. Kimse onların haline anlam veremese de yanımızda olurlardı; bilmiyorum, belki aradığım küçük sır bu… Belki bizim sırrımız bu olacak.

Son bir nefes daha diyorum en az üç kere.

Odanın penceresine doğru baktığımda tıkırtıların cama vuran yağmurlar olduğunu görüyorum. En klişe depresyon vaziyetleri için böylece tablomuz tamamlanmış olmuş. Düşünceler ise en basit benzetmeyle havada uçuşup sigara dumanına karışıyor… Hala bir şeylerin peşinden koşmak güzel; eylem sürekli düşünmek de olsa yapılan herşey umuda olan inancın belirtisi. Bir şekilde bunun içinden sıyrılmaya çalışıyoruz, atlatmaya çalışıyoruz ama bunun sonu yok, bunu da biliyoruz. Benim için varlıkla yokluklar arasındaki çizgi bu odanın içi ve dışı arasındaki sınır kadar belirli olana kadar en azından.
----------------------------
*Fotoğraf devianart'tan mosredna'nın classic road adlı eseridir.

DARFUR

Televizyonlar, gazeteler şükredeyim yada cep telefonumdan bilmemhangi numaraya kısamesajla yardım yapayım diye bana bu görüntüleri gösterdikçe sonsuz bir anaforun için kalıp hayattan da onlardan da daha bir soğuyorum. Nasıl bir oyun bu, zarları kim attı, nasıl bir talihsizlik orada olmak, ya da ben burada olduğum için o çocuktan kaç milyon kere şanslıyım… bin soru dönüyor aklımda. Tek farkımız onun yanlış zamanda yanlış yerde mi doğmuş olması? Ya ben böylesine büyük bir rastlantının içinde nasıl doğru adımları atıp iyi adam olacağım? Halime şükredecek kadar iyi durumda mıyım gerçekten? Bu ben miyim… Bana verilen bu hayat, benim çalışmayıp kazanmayıp elde ettiğim bu hayat benim hayatım mı?

Ben kimim, o çocuk kim?

O neden kaybetti başlamadan, ya da kazanamadıkları nelerdi? Sadece bir cevap istiyorum; birinin onun neden orada, benim neden burada olduğumu bana anlatmasını istiyorum. Ufacık bir cevap sadece.

...

dostum dostum; güzel dostum
bu ne beter çizgidir bu
bu ne şaşırtan denge
yaprak döker bir yanımız
bir yanımız bahar bahçe

11 Eylül 2008 Perşembe

ANDREY ARSHAVIN

7 Eylül 2008 Pazar

KARANLIK ODA*7

Odadaki tekli koltuğa uzanmış ve elleriyle pürüzsüz yüzüne düşen saçlarını topluyor. Gözyaşları korkutucu derecede düzgün yüz hatlarından süzülüp yere damlıyor; ben gözyaşlarının yere düşerken çıkan minik gürültüyü duyuyorum. Bana kendi dertlerinden bahsediyor, bunlar onun kederleri… Bu dünyada yalnızca onun yüreğinde hissedilebilen şeyler bunlar. Dakikalarca mırıldanıp sustuktan sonra son günlerde başına musallat olan bir şeyden bahsediyor. Meğersem günlerdir bahsettiği kusma isteğinin altında artık yazı yazamaz oluşu varmış. Yazdığı herşeyde istisnasız kendinden bir parça olduğundan bahsediyor; meğersem artık kendinden başka birşey yazamaz hale gelmiş. Minik ve narin ellerini anlatımı kuvvetlendirmek için sağa sola savururken bunları söylüyor. Korkusu sonradan basit bir ergen hikayesi haline dönüşebilecek şeyler yazmakmış; kendimi anlattıkça ortaya çıkanların bunlar olduğunu söylüyor. Yalan da değil… Biz aslında bu berduş halimizle ahkam keserken dert ettiklerimiz gelecek yıllar içinde silinip gidecek şeyler. Kendimize dert olarak seçtiklerimizin bir devamlılığı, bir sonsuzluğu ve bu yüzden bir anlamı yok. Zaman içinde yok olurken anlamlarını da beraber götürecekler. Acılarımız gözlerimize perdeler çekiyor. Bu saçmalıklar, gerçeklerle yüzleşmememizi sağlıyor, bizi gerçek acılardan ve yokluktan bir adım ileride tutuyor. Keder ve hüzün de aynı mutluluk gibi sarhoş eden, anlık etkileri oaln bir nevi uyuşturucu gibi; ayrıca mutluluktan çok daha kişisel ve gizemli. Yazdıkça da açığa çıkanlar bunlar. Kederlerimizle bizler savruluyoruz kağıtların üzerine. Kendisi bundan rahatsız: Bir kere de kendim hissetmediğim, bana ait olmayan şeyler yazmak istiyorum, diyor. Ama imkansız zira ya hissettiklerimizi yazıyor ya da yazarken yazdıklarımızı hissediyoruz.

Birlikte pek çok şey öğrendik geçtiğimiz günlerde… Becermek yerine sevişmek fiilini ve anlatmak yerine konuşmak fiilini koyduk. Birbirimize alıştığımız her dakika, içinde bulunduğumuz güven arttıkça daha özgür oluyoruz. Beni kaybetmeyeceğini anladıkça daha da rahat, daha da kendisi oluyor. Benim için de aynı şeyler söz konusu… Hayatımda aklıma gelmeyecek saçma sapan konular hakkında yorumlarda bulunup tespitler yaparken içinde bulunduğum komik durumu ancak onun alaycı gülümsemesinden anlıyorum. İnsanın istediği özgürlük değil esaret, bir yere bağlı olmak, kendini güvende hissetmek… Özgür oldukça daha mutsuz oluyoruz, karşımıza seçimler çıktıkça saçmalıyoruz, kafamız bulanıyor. Oysa esaret bir noktada bizi rahatlatıyor derken durup onun o gülümsemesini görüyorum; ne var, çok mu saçmaladım?

Kesin konuşmayı tercih ediyor ve biz kesin konuşmayı tercih ediyoruz. Düşündüklerimizi kesin ifadelerle aktarırken yanlışlar daha çabuk ortaya çıkıyor gibi geliyor. Kesin ve net ifadeler kullanırken saniyeler içinde kendi içimde kendime karşı olan güvenim sorgulanıyor. Ne kadar saçma ve tutarsız şeyler düşündüğümü böyle konuşmalar yaparken anlıyorum. Yine de kafamdakileri kelimelere dökmeyi kesmiyorum; bakalım arkasından ne gelecek, bakalım daha nereye kadar devam edebileceğim… Kendi içimde bir konuşma yaşıyorum adeta. O ise tüm durumları gözlerimin titremesinden anladığını söylüyor. O kadar güzel ki aslında ondan korkuyorum; çok çabuk tesiri altından bırakabilecekmiş gibi beni. Beni etkilerse ve bunu belli bir istikrarla sürdürürse onun yanında daha özgür olacağım çünkü ona baktıkça hayallerimi yaşıyor gibiyim. Gerçekle hayal arasındaki çizgi onun sayesinde kayboluyor. Tam hayallerimdeki gibi yüzü, tam düşlediğim gibi elleri var. Aklımdan geçenlerin tutarsızlığını fark ettim yine; ne oldu, yine mi titredi gözlerim?

Onunla beraber sürdürdüğümüz bu yalnızlıkla güven hissiyatının gölgesindeki sonsuz özgürlük sona eriyor yavaşça. Birazdan ikimizde insanlar içine karışıp kaybolacağız. O zaman bizi bu halimizle gören ve düşünen biri olmayacak; dolayısıyla bu odadaki kişilerle dışarıda görülenler bir değil. Hepimizin aile-arkadaş-sevgili derken birbirinden oldukça farklı karakterlere bürünerek yaşadığı kısmi şizofrenik hayatı biz böyle yaşıyoruz. Akşama kadar yine bir başkası olmak için birikeceğiz.

----------------------------
*. Fotoğraf devianart'dan zemotion'un rememberence isimli eseridir.
**. Yazar burada okuyucuyu rahatsız etmemek için sikmek ifadesi yerine becermek ifadesini kullanmış.

SOYUNMA ODASI


Soyunma odasına ilk girenlerden biri benim… Terli formamla yüzümü silerken odanın köşesine, forma numaram yazılarak bana ait olduğu belirtilmiş olan bölüme doğru ilerliyorum ve oturuyorum. Arka tarafımda sezon başında çekilen fotoğrafım ve onun üzerinde büyük puntolarla yazılmış numaram var: 3. Bu numarayı altyapıdan A takıma yükseldiğim yıldan beri giyiyorum ve takım içindeki arkadaşların söylediğine göre bu numara savunmadaki güveni ve kaptanlığımı ifade ediyor. Tam yedi sezondur bu takımın kaptanıyım; kaptanlığı aynı benim gibi kulübün altyapıdan yetişen ve tüm kariyeri boyunca tek bir takım için ter dökmüş olan Aydın Reis’ten devraldım. Savunmada beraber oynadığımız yıllardan sonra bizzat kendisi işaret etmişti beni bu görev için. Onu kaptanlığa getiren ve kendisine Reis lakabını takan Timur Kaptan gibi, o da takım için son derece önemli olan kaptanlık mevkiine gelecek olan ismi, Ali Hoca’dan izin alarak bizzat belirledi. Burada işler böyle ilerlerdi…

Ve ben bunları düşünürken soyunma odasının aralık kapısından çıkış tünelinin sesleri geliyor. Kramponların zemine her dokunuşu başka bir gürültü koparıyor ve takım arkadaşlarım odaya yaklaştıkça artıyor bu sesler. Konuşmalar, şakayla karışık küfürleşmelerle gülüşmeler kramponlardan çıkan o rahatsız edici sesle birleşmiş ve tüm takım tek bir organizma gibi ilerliyor çıkış tünelinde. Takım ilk yarının hemen ortalarında ardı ardına gelen iki golle galip duruma geçti ve biz de kendi evimizde oynadığımızdan oldukça da rahatız. Tribünleri dolduran yaklaşık 20.000 kişi durumundan oldukça memnun ve bir dakika dahi susmadan bizi destekliyorlar. Futbol gibi kimi zaman oldukça kısırlaşan ve monotonlaşan bir oyunun her daim neşeli yönleri onlar… Kayıtsız şartsız sevgilerine karşı ise bir nevi vicdan borcu doğuyor üzerinize. Ender attığım gollerden sonra tribünlere koşup formamdaki mavili beyazlı armayı öptüğümde genellikle çılgın bir sevince boğuluyorlar. Bunu yapanın kim olduğu elbette çok önemli değil; bugün yeni transfer Suat’ın attığı golden sonra da benzer bir tepki verdiler. Ve Suat ile Fırat şimdi kapıdan girerlerken bu gol hakkında konuşup gülüşüyorlar. Fırat takımın sağ beki; kendisini amatör futbol yıllarında izleyen ve beğenip bu takıma alan Ali Hoca’ya verdiği sözü tutarcasına her sene rakip takımlar için biraz daha korkutucu hale geliyor. Henüz 23 yaşında ve ben bazen gece geç saatlerde tesislere geldiğimde onu serbest vuruş çalışırken görüyorum; bu gidişle bu ligde sayılı adamlardan biri olacak. O Suat’a geçen hafta İtalya’da, Avrupa’daki ilk galibiyetimizi alırken attığı golü anlatıp iki golü kıyas ediyor ve bana bakıp gülüyor.

Neredeyse tüm takım artık soyunma odasında ve herkes kendisine ait olan yere oturarak hocamızın gelmesini bekliyor. Sağ yanımda 4 numara İlker var; kendisi takımın ön liberosu. Sol yanımda ise Güven oturuyor… 17 yaşındaki bu genç takımımıza bu sene katıldı ve Ali Hoca ortama uyum sağlaması için ona soyunma odasında benim yanımdaki yeri verdi. Belki bugün son on dakikada oyuna girecek ve kendini göstermeye çalışacak. Yere bakarken bu veya buna benzer şeyleri düşünüyor olmalı ve ben de düşündüklerini hissettiğimden göz göze geldiğimde gülümsüyorum.

Kapı kapandıktan sonra birkaç dakika bekliyoruz hocamızın gelmesini. O arada yardımcısı Vefa Abi, kondisyon durumumuzu sorup ikinci yarı için planlar geliştirmeye çalışıyor. Tüm odayı dolduran ter kokusu ise, takımın sahada harcadığı eforun belirtisi gibi. Bazıları sıcakta pişen ayaklarını serinletmek için kramponlarını, bazıları ise tam manasıyla serinlemek için formasını çıkartmış. Suat formasını gösterip Rera’yla şakalaşıyor; Rera, geçen sene giydiği 16 numarayı bu sene 10 numara giydiği için Suat’a vermişti. Arjantinli Rera, bizim en büyük silahımız belki de ve tribünlerin de adeta taptığı bir isim. Şimdi Suat formasını göstererek formanın ona şanslı geldiğini söylüyor.

Kapı açlıp Ali Hoca girdiğinde ise hepimiz susuyoruz. Ben ayağa kalkıp Hoca’nın tebriklerini kabul ediyorum. Hoca, skor konusundaki memnuniyetini ve tribünlerdeki güzel atmosferi anlatarak neşelendiriyor bizi. Devre arasının bitmesine artık beş dakika varken ikinci yarıda nasıl oynayacağımızdan ve değişikliklerden bahsediyor. İki oyuncu değişikliği yapıyor ve sezon için oldukça önemli olan bu maçta artık kendisi için klasikleşmiş bir biçimde iki genç arkadaşı oyuna sürüyor. Bir benim hemen yanımda oturan Güven ve diğeri de hemen karşımda oturan Yücel; ikisi de henüz 17 yaşında. Onlar ayağa kalkıp formalarını giyerken Hoca, omuzlarına binen yükü hafifletmeye çalışıyor. Bu takımda birkaç yıl geçirmiş olan herkes o çocuklar sahaya adım atar atmaz tribünlerde inanılmaz bir sevinç dalgası olacağını biliyor. Çünkü taraftar gençleri izlerken dünyanın en büyük yıldızlarını izlermişçesine heyecanlanıyor. Ali Hoca ise bunu hatırlatıp o tribündekiler için oynamaları gerektiğini, onların büyük beklentileri olmadığını ve yapacakları her doğru şeyin bu tribünlerde kendilerine karşı büyük bir sevgi doğuracağını anlatıyor. Sonra bize dönüp bu gençler için söylediği her şeyin bizim için de olduğunu söylüyor. Ardından Vefa Abi, kapıyı açıyor ve içeriye dolan tezahüratlarla beraber soyunma odasından ayrılıyoruz.

Tam çıkacakken Ali Hoca beni durdurup “Maçı rölantiye alın ve rakibi fazla zorlamayın, daha fazla ezilmelerine gerek yok” diyor. Talimatını kafamla oynadıktan sonra basamaklardan sahaya doğru tırmanıyorum… Kramponlarımdan gelen ses gittikçe belirsizleşiyor ve yerini seyircilerin çığlıklarına bırakıyor. Gözüme stadın ışıkları dolarken hakemin ikinci yarıyı başlatan düdüğünü duyuyorum.

5 Eylül 2008 Cuma

DURAK

gerçekten kötülük yapmak istiyorsan iyiliklerin gittiği yoldan git...
...
dün gece rüyama oturduğu otobüs durağından beri giren yaşlı amca bana bunları söyledi ve ardından gelen otobüse binerek gitti.
nasıl bi rüya lan bu!?

4 Eylül 2008 Perşembe

BARDA

Şiddetin sıradanlaştıran filmler son dönemlerde popüler kültürün önemli bir parçası. Korku filmlerinin ardından gelen bu furyanın benim hatırlayabildiğim ilk örneği ise Saw serisi. Nam-ı değer Testere kurgusundaki ve seyirciyi ters köşeye yatırma konusundaki başarısının yanında izleyicilerin kanını donduran sahneleriyle de dikkat çekmişti. Daha sonra şiddeti, daha doğrusu vahşeti bu denli yukarıya çeken bir çok film çekildi. Ülkemizde bu konuda elimizde tutabileceğimiz neredeyse tek örnek ise Serdar Akar’ın Barda filmi.

Barda filminin konusunu kısmen de olsa gerçeklere dayanan bir hikaye oluşturuyor. Gerçek hikayede basılan ev ve rehin alınan altı gencin yerini filmde basılan bar ve rehin alınan bir grup genç almış; 17 saat boyunca uyuşturucu ve alkolün etkisindeki beş kişi tarafından işkenceye maruz kalmış ve tecavüze uğramış bir grup genç. Kısacası tamamen based on a true story olayı olmasa da Serdar Akar’ın da dediği gibi gerçek olaydan esinlenilmiş bir hikaye ve bu kadarlık kısmı bile ürkütücü. Film, o gece boyunca barda yaşananları, suçluların ve mağdurların psikolojilerini daha önce de belirttiğim gibi şiddetin sınırını epey yukarıya çıkararak anlatmış.

Hikaye ana hatlarıyla böyle; peki ya içerdikleri…

Barda filmini konuşmak aslında oldukça zor çünkü film, bir çok konudan başarılı ve bunun yanında olumlu-olumsuz pek çok eleştiriye de açık. Ama başladığımız yerden gidersek Barda, şiddet konusunda başarılı ve belli bir kaliteyi yakalamış bir film. Şiddetin kalitesini getiren ise gerçekçi diyalogları ve kötü adamların harika oyunculuğuyla yaratılan gergin ortam. O korkunç ortam o derece iyi kurgulanmış ki, ben bir an için kendimi oradaki mağdurların yerine koyup düşünmeye ve heyecanlanmaya bile başladım. Filmin kötü adamları en başta Nejat İşler olmak üzere Erdal Beşikçioğlu, Hakan Boyav ve Serdar Orçin, her an perdeden çıkıp üzerimize gelecek kadar gerçeğe dönüşüyor ve her hareket gerginliği biraz daha yukarıya taşıyor. Bu noktada senaristlerin de hakkını vermek lazım; beni Türk filmlerinin tamamında etkileyen gerçekçilik, kullanılan ifadelerle daha da gerçek bir hale gelmiş. Kötü adamlar her gün sokakta gördüğümüz adamlar kadar gerçek ve gerilimi arttıran en önemli öğe de bu. Zayıf olan ise mağdurların oyunculuğu… Özellikle olay daha başlamadan önceki kısımla barda yaşananlar iki ayrı film kadar birbirine uzak. İlk kısımda mağdurları canlandıran Burak Altay ve Nergis Öztürk gibi isimler fazlasıyla yapmacık oyunculuklarıyla dikkatimizi çekiyor ama onlar da bar sahnelerinde olayın havasını yakalamışlar.

Filmde konu olarak dikkati çeken ilk şeyin ise sorgulanan adalet olduğu söylenebilir. Olay gerçekleşirken bize üç farklı adalet kavramı gösterilmiş: Birincisi mahkemedeki kararla sağlanan adalet, ikincisi kötü adamların hapishanede öldürülmesiyle tecelli eden ilahi adalet ve en nihayetinde kötü adamların kafasında yarattıkları adalet kurgusu. En ilgi çekici olan ise kuşkusuz üçüncüsü… Kötü adamlar, ilk önemli sahneden itibaren sürekli mağdurların imkanlarıyla kendi imkanlarını, onların toplum içindeki yeriyle kendi yerlerini, geleceklerini, seçimlerini kıyaslayarak bir mahkeme kurup hüküm veriyorlar. Bu bakımdan yaşanan olaylar bir nevi kötü adamların diğerlerine verdikleri ceza mahiyetinde. Mantık ne kadar doğru bilmiyorum ancak suçların bir kısmında suçluların bu şekilde hareket ettikleri de gerçek. Özellikle vahşete ve katliama dönüşen suçlarda, bilhassa seri katil hadiselerinde bu psikoloji kişiyi suça iten en önemli etken. Barda filminde ise bu psikoloji açık açık işlenmiş ve katil de olsa her kişinin kendince haklı sebepleri olduğu ortaya koyulmuş.

Filmde dikkat çeken ikinci nokta ise olayların rastlantısallığı… Mağdurları olayın için iten şeylerin sadece birkaç küçük tesadüf olması ve aslında az çok mükemmel hayatları olmasına rağmen dünyada başlarına gelebilecek en kötü şeyleri yaşamaları hep bu eksende şeyler. Hatta bu yorum genişletilerek yaşanılan pek çok şeyin nasıl kırılgan olduğu sonucuna da varılabilir. Barda kurban durumundaki kişiler, bin bir zorlukla o yaşlarına kadar kurdukları kendilerince dünyayı kaybederlerken aslında hayatlarından bir ömür boyu atamayacakları bir izin de sahibi oluyorlar; hem de hiçbir suçları yokken.

Filmde sıkça dile getirilen TGG-Tekrar Gözden Geçir Felsefesi ise açıkçası biraz havada kalmış ancak filmle beraber düşündüğümüzde kendimizce bazı anlamlara varabiliyoruz. Bilhassa kürtaj meselesi benim dikkatimi çeken konulardan biri; bazı şeylerin bedelinin suçsuzlara ödetilmeyeceği-ödetilmemesi gerektiği gibi bir sonuca varılabilir. Kısacası ya ben anlamadım ya da dediğim gibi fazlasıyla havada kalan ve filme yedirilemeyen bir mesaj olmuş. Yine de TGG olayını Serdar Akar’ın röportajlarında anlattıklarıyla beraber düşünürsek güzel bir fikir ve üzerinde düşünülmeye değer. Hayatımızda bir kez bakıp geçtiğimiz, bir daha düşünmediğimiz şeylerin aslında ne kadar önemli olduğunu, ya da o anlık fikirlerimizin gerçekle ne kadar farklı olabileceğini belki bu şekilde anlayabiliriz.

Sonuç olarak Serdar Akar, yine kendi çektiği Gemide filminin ardından ikinci kez gerilimiyle, argosuyla, şiddetiyle ve kendi filmlerine yaptığı göndermelerle kült bir film yapmayı başarmış. Barda yalnızca kötü adamları için bile izlenilebilecek ve içeriği üzerinde düşünülecek bir film. Ayrıca son olarak söylenmesi gereken bu filme ilham kaynağı olan şu hikayenin baş rolündeki adamların Rahşan Affı sayesinde aramızda olduğu…

3 Eylül 2008 Çarşamba

AYAK TOPU

Futbolu bir topun peşinde koşan on iki kişiyi anlamıyorum diye yad edenlerin aslında anlamadığı değil de bilmediği pek çok şey vardır. Bunlardan en önemlisi, tüm değerlerde olduğu gibi futbolun değerine de yüklenen kişisel anlamlardır. Futbolu zaman kaybı, kitlelerin afyonu olarak görmek kişinin tribündeki adamın ruh halini bilmemek gibi bir eksikliği vardır. O kişi, tribündeki bir adamın doksan dakika boyunca kalbinin sahadaki futbolcularla beraber atmasının altındaki nedenleri bilmez ve düşünmez. O basit adam kendinden bir parça, hatta kendisine bir sevgili gibi gördüğü takımla yaşamaktadır oysa…

Bir takımı sevgili olarak görmek ve ona karşı beslenilen hisleri ifade etmek için aslında kullanılabilecek en esaslı kelimedir aşk. Aynı aşk gibi çoğu kez tutulan takımla aşık olunan kadın gibi bir şeçimle belirlenmez; mahallede gördüğümüz kıza, daha onu tanımadan beslediğimiz duygular gibi çoğumuz ya aileden gelen ya da çevreden gelen bir sürü yönlendirmeyle bir takım tutarız. Sonraları o takım artık bizden, kimliğimizden bir şey haline dönüşür ve sevgiliyle olan maceralar, onunla yaşanılanlar o aşkın tutku boyutunu güçlendirir. Belki kimi zaman öyle şeyler yaşarız ki o aşk, o tutku bir seviye dönüşür. Beşiktaş’ın Fenerbahçe’yi kendi sahasında kalecisiz yenmesi, kaşla göz arasında sevilen kızın bize bakıp gülümsemesi ya da en zor durumumuzda sevdiğimizin elimizden tutup bizi teselli etmesi kadar anlamlı bir harekete dönüşür; biz sevgimizi anlatırken arada bu anıyla gözlerimiz dolar. Bu yüzden oturup iki delikanlının sevdiği kızları, senin sevgilin orospu benim sevgilim hanım ya da senin sevgilin benimkinden daha güzel diye karşılaştırması aşkın doğasına ne kadar aykırı ise tutulan takımların da çeşitli yönlerden kıyaslanması futbolun doğasına o kadar aykırıdır. Çünkü ikisi de bir seçime dayanmamış ancak rastlantısaldır ve asıl mesele sevgilinin özelliklerinden ziyade ona duyulan bağlılık ve sadakattir. Futboldaki mücadele ve başarı ise, aşkın karşılıklı aşka dönüşmesi kadar önemlidir yalnızca…

Ve tribünlerde, televizyonların başında sevenlerin kalbi sevdikleriyle atarken, kenar mahalle aşıkları sevdikleri kızın peşinden koşarmışçasına heyecanlıdır. Gol olduğunda o sevgiye duyulan karşılık çıkar gün yüzüne; sevdiğimiz kız, belki yine dönüp gülümser bize… Rakip takım bir gol attığında hayattan bir gol yenir ve umutsuzluklar peydah olur. Doksan dakika sonunda eğer galip gelindiyse, o gün sevgilinin yüreğimize koyduğu umutla koyarız başımızı yastığa. Sahadan mağlup ayrıldığında takımımız, belki bir sonraki maça, bir sonraki güne ertelenir umutlar… Bu yüzden sahadaki mücadele iki takım arasında değil, iki ayrı aşkın birbirinden habersiz hayata ve kadere karşı olan mücadelesidir. Bu yüzden rakip kim olursa olsun galibiyettir tek amaç ve bu yüzden futbol, rekabeti her haliyle yaşadığı halde kavgadan uzaktır. Tüm hareketler sahada yapılır ve maç biter; saha dışındaki tüm kavgalar ve zaferler bir gol dahi olsa yansımaz tabelaya. Futbol için adam öldürmek, kavga etmek her şartta yanlıştır bu yüzden.

Hayat fena halde futbola benzer derken anlatılmak istenen 26 Mayıs 1999 gecesi Oliver Kahn’ın yaşadığı kabustur. Tüm sezon boyunca ve hatta son doksan dakikada yapılan tüm doğruların birkaç dakikada anlamsız hale gelmesi, hayatı boyunca çalışan ve yaptığı birkaç yanlışla her şeyini kaybeden adamların hikayesine benzer. O adam bazen işini, bazen tüm servetini, bazen ailesini ve hatta hayatını kaybeder yaptığı birkaç ufak yanlışla. Ya da 14 Mayıs 2006 gecesi sahaya yığılıp ağlayan Stephen Appiah’ın gözyaşlarına bakın… Tüm sezon bir şekilde canını dişine takıp elinden gelenin en iyisini yaptıktan sonra takımının son maçta yenilmesi ve şampiyonluğu kaybetmek, insanın elinden gelenin en iyisi yapsa da bazen takım arkadaşlarının hatasıyla kaybedebileceğinin ispatıdır. Ve siz de elinizden gelenin en iyisini yapsanız da kazananın siz olmadığı belki yüzlerce sahne görmüşsünüzdür hayatta. Bu örnekler o kadar çok ki; sanki hayat, içindeki tüm umutlar, tüm zaferler, tüm mağlubiyetler ve en önemlisi yine kendi içinden birçok dersle doksan dakikaya sığmış.

Futbol ve onu sevenler, bir takıma gönül verip olmadık şeyler yapan insanlar için söylenebilecek çok şeyler var ancak futbolu anlamayanların bilmesi gereken bunlardır. Renklere gönül veren, stadyumlara mabet diyenlerin ruh hali en amansız aşklara tutulmuş berduşlardan farksızdır. Belki nedenleri bilinmez ama en fazla da aşk kadar, sevgi kadar anlamsızdır o duygular. Ve sahadaki on bir adamın arkasında milyonlar olduğunu düşündüğümüz zaman gerçekten anlarız ki futbol, asla yalnızca futbol değildir. Futbol bir oyun haricinde St.Pauli’den Liverpool’a, Celtic’ten Eskişehirspor’a, Beşiktaş’tan Boca Juniors’a, Real Madrid’den Leeds United’a, Lazio’dan Borissia Dortmund’a kadar uzanan bir sevgi ve ruh halidir.

2 Eylül 2008 Salı

GİDEROS

...
Burası gibi değil gideceğim memleket,
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava
...