20 Ekim 2008 Pazartesi

KARANLIK ODA*13

İçimdeki titreme, parmak uçlarımdan odadaki boşluğa karıştıkça gerçeğe dönüşüyor. Kısa bir zaman dilimi içinde bu titreyiş, elle tutulabilecek, gözle görülebilecek ve bedenimi sarıp sarmalarsanız en içten biçimde hissedilebilecek derecede canlı bir biçimde, geçmişin kabarık defterleri dolduran hesapları ete kemiğe bürünmüş bir canavar gibi içimde oynaşıyor. Kirli bardaklarla içilen birkaç yudum su, kara ekmek ve el kadar peynir midemde koca bir yarık açtı sanki… Midemdeki ufacık delikten süzülen kan ve mide asidi, içimde büyüyerek, damarlarımda keskin bir acıya dönüşüp gözlerime akıyor. Korkunç bir ızdırapla ellerimi oynayıp odadaki milyon tane toz zerresinden medet umuyorum. Halim, büyük kentlerin çöplerinde can vermeye her dakika daha çok yaklaşan ve inlemeleriyle kedilerden yardım isteyen şarapçılara benziyor. Ama ne var ki bunlar bile sızlamaları gölgede bırakamayacak derecede cılız; geçmiş bir şekilde içimde.

Sıla bir mıknatıs misali tüm sorunları kendi etrafında topluyor gibi… Sanki her şey onun varlığıyla var ve bulunamayan tüm cevapların kaynağı o. Asıl sorun yaratan yaşadığımız –kendi içinde- efsanevi aşk, onun etkileyici sesinin sonsuza kadar duyulmayacak olması, güzelliği, kendine has tavırları ya da onun anlamını teşkil eden herhangi bir şey değil. Daha önce de dediğim gibi sorun, onun yokluğu. Aslında tam olarak bu da değil… Sorun, bu denli inanç duyulan bir şeyin yok olup gitmesi, tarihe karışması, dün ifade ettiği pek çok şeye rağmen bu gün yabancı olması. Görüldüğü gibi olay başlı başına anlamsız ama bu yetmezmiş gibi bugünlerde bir de beni tesiri altına alan benzetme merakı var. Elimde değil; bu kadar karmaşık bir hayat kompozisyonunda her şey birbirine benziyor ve anlamı meçhul şeyler üzerinde olabildiğince anlamlı iskambil kâğıdından benzetmeler yükseliyor. Artık epey bir uzaktan baktığım için sanırım Sıla’yla ilgili pek çok şey birbirine benzer bir durumda… Sıla’nın yokluğunu kara delik farz edersek olup olmadık onlarca şey, ne olduğu fark etmeksizin, ona yaklaştıkça giderek artan bir hızda büzüşüp karanlığa karışıyor. Tuhaf değil, yalnızca anlatımı kuvvetlendirmek için bir çaba.

Sizin oldu mu bilmiyorum, ya da size de oldu mu bu, özellikle ilkokul çağlarında falan dönem başlarında defterlerin öğrenci hayatındaki konumu son derece önemlidir. İlk derslerle beraber öğretmenin ağzından çıkan her kelime, büyük bir özenle ve aynı düzeydeki kararlılıkla, en düzgün biçimde deftere aktarılır. Defter, annenin yardımıyla özenle kaplanmış, üzerine en sevilen çizgi film karakterinin etiketi yapıştırılmış, ad-soyad annenin marifetiyle afili bir biçimde yazılmış, defterin kenarına çizgi çekilmiştir… Başlıklar kırmızı kalemle yazılır, kenarlara ataç konur, hatta konular deftere olabildiğince sistematik biçimde aktarılır. O defterin ilk yaprakları, ve hatta öğrencisine göre belki ilk on yirmi sayfası, bir sanat eseri biçimindedir. Ancak zaman geçmeye başladıkça ilk günlerdeki o tertip yavaşça yok olmaya başlar. Bu bozulma herhalde önceleri yazının düzeninde kendini hissettirecektir; sonradan defterin genel durumunda da bozulmalar başlar. Mesela artık dikkatlice tutulan o başlık sistemi bozulmuştur, kırmızı kalem evde unutulmaya başlandıkça defteri, tek başına kurşun kalem egemenliğine alır. Ataçlar kaybolur ve yerine yenisi konmaz, artık defterin kenarına çizgi çekmek de gereksizdir. Defterin boşluklarına anlamsız şeyler yazılmaya, sıkıntıdan kaplıkların bantları sökülmeye, iç kısımlara resimler çizilmeye, etiketlerdeki kahramanlara tükenmez kalemle eklemeler yapılmaya başlanır. Kısacası defter, ruhen ve madden bir çöküntü içine girer ve bu çöküntü mütemadiyen öğrencinin halet-i ruhiyesi ile paralel gider.

Aslında bu süreç, hayatımızın birbirinden farklı alanlarında karşımıza çıkan başka başka süreçlerin ufak bir kopyası gibidir. Ayrıca yanında benim için şöyle de unutulmaz bir ders barındırır içinde: Zaman er ya da geç yıpratacaktır… Zaman, elimizde olan, yakınımızda olan her şeyi, bıkmadan usanmadan yıpratır. Çünkü gündelik yaşam gibi basit bir şey bile içinde, erdemlerimizle çıkarcılığımız, bencilliğimiz arasındaki çatışmayı körükleyecek sınavlar barındırır. Her gün kendimizi, ilişkilerimizi, erdemlerimize olan bağlılığı ve isteklerimizi sorgulamaya başlarız. Zaman olur ki, bizlere doğru gibi görünen şeyin sonucunda, kaldırabileceğimizden ağır yükleri taşımak zorunda kalacağımız durumlara düşeriz. Erdemlerimizin peşinden koşarken, içimizi kemirip duran şeytana karşı mağlubiyetler başlar… Doğruluğun, yardımseverliğin, mütevazılığın, sadeliğin ve daha pek çok erdemin, günlük hayatta pratik bir önem arz etmediğini hazmetme süreci kuşkusuz ağır ve sancılı bir yolun başlangıcına tekabül eder. Yalan değil; bu zorluklar birçoğumuzun doğrularından uzaklaşırken aynı zamanda kendisine yalan söylemesine kadar giden bir dizi talihsiz olayı da beraberinde getirecektir. Ancak asıl yanılgı veya en büyük yalan, çocukların büyüdükçe kirlendiği lafıdır. Oysa çocukların masumiyeti gibi, güçlü ve amansız bir sınavdan geçirilmemiş erdemler, tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Bu kısır döngü içinde, muhtemelen mükemmeliyet denen şey, ya bir an kadar kısa bir zamana ya da mutlaka geçmişte kalmış bir döneme tekabül eder. O defterlerin mükemmeliyetleri geçmişte kalmıştır; kısa bir dönemin başlangıcında yoğun bir hevesle atılan adımlar zamana yenik düşmüştür. Eskiler nostaljik bir havayla özlemle anılsa da zamanla dönüştüğü şey de asıl kendisidir…

Benzetme hususuna geri dönecek olursak, bu mecazdaki defterin Sıla’yla ilişkimizi anlattığı gayet açık sanırım. Okul sıralarındaki başlayan bir aşk için de oldukça trajik… Ne var ki, tüm varlığıyla gerçek. Asıl talihsizlik ise her daim yanımızda olmasını istediğimiz sevdiklerimizin, sadece bu sebepten, sürekli bir kirlenmeye ve yıpranmaya maruz kalması. Belki kirlenmek yanlış sözcük; bir şeyi, senin istediğinden farklı bir değişime uğradığı için, kirlenmekle itham etmek, belki ağır bir suçlama. Bu yalnızca değişim. Hayatın içindeki sınavları düşünecek olursak, büyük bir ihtimal değişim bile olmayan bir keşfetme süreci. Zamanın içimizdeki her şeyi, zamanla bir bir dışarı döktüğü, sınavlarla dolu bir serüven, sevdiklerimizi onlara yüklediğimiz anlamlardan uzaklaştıran. İlişkiler, sonsuz bir aydınlanma gibi gözleri kamaştıran ve zihinleri bulandıran, insanın kendini ve karşısındakini tanıdığı bir oyun. Yaşadıklarımız, hayatın bizi karşı karşıya getirdiği olaylar, en çok, en yakınımızdakileri değiştirir böylece… Biz en çok onları tanırız ve biz, en çok da onların en iğrenç, en saplantılı, en bencil yönlerini görürüz. Ancak bırakıp gidemeyiz de onları, tüm bu olanlara rağmen; çünkü onlar sevdiklerimizdir. Zamana yenik düşendir vazgeçemediklerimiz. Biz vazgeçemedikçe o, o anlamından daha çok uzaklaşır ve o uzaklaştıkça biz daha da kopmak isteriz. Aşklarımız, bağlılıklarımız ve bağımlılıklarımız, zamanla el ele verip bizi sonsuz bir kısır döngü içine hapseder, böylece aşkın içinden nefreti çıkartarak. En büyük yalnızlıklar, hayata en bağlı insanların içinden, büyük mağlubiyetlerle böyle doğmuştur. Büyük sevgiler, büyük serüvenlerdir ve büyük serüvenler, muhtemelen, daha fazla hayat gerçeğiyle karşılaştırır bizi. O bir yıl defteri kirlettiği kadar, kendini düzenli bir insan zanneden öğrencinin aslında ne kadar pasaklı ve düzensiz biri olduğunun da, kendisine ispatıdır.

Suçlu ne kendimiz, ne karşımızdaki, ne geçen zaman, ne hayat, ne defterler, ne de onlara hak ettikleri değeri veremeyen öğrencilerdir… Suçlu, başlı başına önümüzde öylece akıp giden süreçtir. Somut bir varlıktan, elle tutulabilir olmaktan uzaktır kendisi; bir kişiliği, belki bir varlığı yoktur. Son durakta, her şey bittiğinde, bütün hesaplar kapandığında herkes sonsuz bir masumiyet içerisindedir. Mükemmeliyetler, belli bir zaman dilimine sıkışmış, bunun karşılığında kıyamete kadar akan zaman, sürekli varlıktan bir şeyler çalmıştır.

Yalnızlığın tadı da buradadır… İnsan yalnızsa akan dakikalara, saatlere ve hatta yıllara rağmen zaman geçmez. Yalnızlıkta bir etkileşim ve değişim yoktur; yalnızsanız zaman durmuştur. Yalnızlığın kendi başına çekiciliğine ve yalnızlığın içindeki tüm hüzne rağmen, ona duyulan sevginin kaynağını da, bir ihtimal bu durağanlık teşkil eder. Oysa hayatın içinde var olmak ve tüm anlamlarıyla beraber yaşamak, insanı sürekli bir arayış ittiği gibi hayatın dalgalanmalardan ibaret seyri benliğe sürekli olarak darbeler savurur. Yaşam akmaktayken dünden çıkarılan dersler bir işe yaramaz, her dakika bilinenlerden bir şeyler çalar, yalanlara bile bile göz yummak zorunda kalınır. Işıklar kapanıp gece olduğunda yorganın altına girilirken kalp atışlarına eşlik eden bazen kocaman bir gülümseme bazen zor tutulan gözyaşlarıdır. Ancak ne olursa olsun gecenin ilerleyen dakikalarında bir cennet inşa edilir o sıcak battaniyenin altında. Kararlar alınır, sözler verilir ve erdemlerimizin, doğrularımıza olan bağlılıklarımızın, masumiyetimizin, bizim dünyamıza ait o tertemiz şeylerin hepsinin koca duvarların ardına saklanacağına dair yeminler edilir. Yalnızlıkta, bir başımıza düşünürken böylece illaki temizlenir vicdan. Mükemmeliyet o dakikada kısılıp kalır işte… Sabah kalkarken o battaniyenin altından teslim alıp hayata kattığımız şey yeni doğmuş, tertemiz bir çocuktur. Ancak hayat durmaz... Ruhumuzun kirli yönleri, ihtirasları; bedenin bitmek tükenmek bilmez iştahı, bugün olmasa da yarın mağlup edecektir bizi. Biz ise tüm bunlar olurken, bizi olduğumuz şeye dönüştürdüğü için hayatı suçlarız tüm ahmaklığımızla. Oysa yaşamak budur, kendini keşfetmektir; karşındaki dev aynası kırıldı, aynadaki aksim yok oldu diye kendini yok zannetmemektir.

Sıla’yla hikayemiz, tam en heyecanlı yerinde, tam işler yolunda giderken, tam yarına dair umutlar varken, öğrencinin İÇİNDEKİ O HEVES tam olarak sönmemişken sıranın altında unutulan bir defter gibidir. Defterlerimin içinde en güzelidir o… İçindeki inci gibi yazılarla, parlak kaplığıyla, bir çocuğun masumiyetiyle süslenmiş tüm detaylarıyla bir sanat eseridir benim kaybettiğim. Biliyorum; hiç kuşku yok ki yaşayabilsem o da diğerleri gibi kirlenecek, ona yüklenen anlamların pek çoğundan zamanla mahrum kalacaktı. Ne var ki Sıla tam zamanında elimden çekip alarak onu, benim hiçbir zaman yapamayacağım bir işi başarmış oldu. Ben ise mecbur yarıda bıraktım bu hikayeyi… İçimdeki hastalık ise, tüm bu anlattıklarıma rağmen, ısrarla inanmam onun mükemmeliyetine. Bu yüzden kanlı canlı yaşamakta içimde hala. Belki o ateş, o aşk ve o yakıcı heves bile şimdi yok oldu içimde; ancak ona duyulan sevgi, onun varlığının saygınlığına duyulan inanç hep bu aldanışla korunmakta.

Bir defter, içini yazılar süslemedikçe ne işe yarar bilemem ama pek çoğunun öğrencilerin ellerindeki ilk günlerini hasretle aradıklarını tahmin ediyorum. Uzak durduklarımız, yaşamadıklarımız, kendimiz dâhil hayatımızın dışında tuttuğumuz her şey, sonsuza dek mükemmeliyetini koruyacaktır. Yaşantının, serüvenlerin dışında kalanlar aynı zamanda, belki de onu gerçek anlamına ulaştıracak derecede değer ifade eden, değişimlerin dışında kalırlar.
Ama öğrencilerin vazgeçilmezi defterlerin kaderleri zamana yenik düşmektir; biten koca senenin ardından, son dönemlerde maruz kaldıkları hırpani muamelenin de etkisiyle artık çirkin ve sevimsiz bir hale gelirler. Yaz tatili geldiğinde ise iyiden gözden düşmüş bir vaziyette öteye beriye savrulurlar. Hayatın önemsiz birer detayı olmuşlardır çoktan… Yeni yılla, çantalar yeni defterle dolunca aslında hak ettiğinden az sürmüş sancılı bir süreç sona ermiştir.
Güzel bir başlangıcın aynı güzellikte sonlanması da mühim bence; ama madem güzel neden sonlansın, diye de sormak mümkün. Şimdilik böylece kapatacağım bu düşünce faslını… Böyle düşündükçe zihnim koca bir soruda takılıp kalıyormuş gibi oluyor sanki. Açık söyleyeyim uzun süredir de bu akşamki kadar zorlu bir kendi kendimle konuşma süreci yaşamadım; her cümle, her benzetme yük oldu bana. Böylece kapatacağım bu faslı ve şimdi, yavaşça böylece uykuya dalacağım.