30 Aralık 2008 Salı

İNSANLIK AYIBI

Televizyonlar bangır bangır bağırıyor bir şeyler; birileri Ermenilerden özür dilemiş, İsrail bilmem kaç oldu Gazze’ye girip çocuklara kıymış, araştırma yapmışlar da Türkiye’de farklı olmak zormuş… Bir bu ülkede her gün arasında dolaştığı insanların onuruyla oynayan, evlenmeden birileriyle yatan, sofrasından şarabı eksik etmeyen kendini nimetten sanıyor. Sebep? Toplumsal değerlerin üzerine çıkmış olmak, aydın olmak da zaten işte tüm bu değerleri donunda sallamış olmakla ölçülüyor. Saçını kızıla boyatan, sokakta mini etek giyip dolaşan, üniversitenin çimenlerine sermiş kendini on sekizlik çıtır götüren, sahilde bira içen, hapı yutup delicesine dans eden farklı diyor kendine; ben her gün yabancı dizilerde, orada burada şurada görmekten bıktım onları, bu ülkede on beş milyon insan farklı olmak adına aynı ayakkabıyı giyiyor da sıfatından utanmıyor. İçinize sıçayım da sizin, o farklı rengarenk dünyanıza bir renk de benden gelsin! Ah siz marjinaller yok musunuz hepiniz aynısınız…

Ben de zaten düşünmüyorum artık sizi, camı açıp yağan karı seyrediyorum öylece, içim huzur doldu dolacak da lakin şu hissi içimden atamıyorum. Düpedüz utanıyorum kendimden. Neden? Sizleri sevemediğim için utanıyorum, birbirimizi sevemeyişimizden utanıyorum. Nasıl sevelim ama, bize sevgi mi öğretiliyor… Bu dünyada eğitim demeye kalmadan, hayat deyince önce haklar öğretiliyor. O haklar ki beni senden, seni benden koruyor, duvarların ardına koyuyor da bizi öyle yaşıyoruz. Aksi halde ölüp tükeneceğiz... Aha bak şu dünyaya, bu koca dünya böyle şimdi, elimde bir demet hak beni senden ondan bundan koruyor. Kendimize düşmanız, ona ne çare peki, sen benim zihnime tecavüz ediyorsun her gün, bu ne yapmalı? İnsan sevmeyi bilmeyince, ancak bir duvar durduruyor onu, gerisi kar etmiyor. Koca bir yalan; demir sopa hem zincirlerle bağlandığımız kazık, hem kafamıza inen darbenin acı öznesi. Hukuka birbirini sevmeyen, içinde birbirlerine her an zarar verme tehlikesi olan bireyler bulunduran toplumların ihtiyaç duyduğunu kimse mi görmüyor? Öğrendikçe unutuyoruz; yasalarda saygıyı bulacağımıza sayfalar dolusu bok püsürün arkasına sığınıp özgürlüğün, saygısızlığın sınırına dayanıyoruz. İnsanlık büyüdükçe, dünya yaşlandıkça o yalanlar büyüyor, o demir çubuk uzuyor! Tam içimize bağdaş kurup oturmuş değerlerimiz kifayetsiz uzayan yalanın yanında. Dün ve bugün ailesi, milleti için ölenler ayıplanıyor, aptal yerine konuyor da, dünya çapında barış ve kardeşlik için ölenler kutsanıyor. Milleti için ölmeyen adam hangi kardeşlik için ölür; komşusunu sevemeyen adam, Çin’deki insanı nasıl sever, buradakinin dinine örfüne adetine ahlakına saygı göstermeyen oradakinin nesine saygı duyar? Maksat insanlık olsun… Böyle dersen işte kendine göğsünü gererekten farklı diyen, başkaları beni farklı gördü diye yaygarayı basar; onlar beni sevmiyor, beni istemiyor, bizi yok etmeyi istiyor demekten daha büyük ayrımcılık var mı? Ötekileştirmeyse, işte siz yapıyorsunuz babasını… Bu dünya çok devirler gördü ama bir bu yeniler, bir bok biliyor da cahil yerine koyuyor anasını atasını. Bir insanı cahilliği ile küçümseyen, hangi insana saygı duysun? Koskoca bir nesil, bir alem insan, ağızlarında özgürlük, kardeşlik ve barış diyerek geçmişini çiğniyor; onu bunu değil kendisi ezip geçtiği. Çocuk oyuncağı gibi oynadığı değerlerin sahibinden saygı bekliyor, senin kime ne faydan var ki?

Dünya pis kokmaya mı yaşlandıkça anlamadım; biz çirkinleştikçe ağır geliyor bu makyaj tenimize. Çeçenistan, Bosna, Gazze, yanımızda hemen Irak… Patlamış dünyanın bağırsakları, etrafı bok götürüyor. Biz kokuştukça basıyorlar parfümü, her taraf leş gibi insan hakları kokuyor. Kandırılıp öldürüyor insanlar, bir ona çare bulamazken sen medeniyetinle övün dur hele. İnsanlık şöyle bir bakıyor da geçmişe kendinle gurur duyuyor. Ne çok şey keşfettik, ne çok şey icat ettik, atomu bile parçaladık, böyle kanunlar yapıp eşcinselliği bile tanıdık, aştık kendimizi, değerlerimizin üzerine çıktık, dünyanın bir ucundaki insanla konuşabiliyoruz artık, her şey ne güzel değil mi? Hepsinin canı cehenneme, sorarım sana dünyayı daha güzel bir yer yapabildik mi? Sen oğlunu, sevdiğini anlamıyorken, dünyanın öbür ucundaki insanla konuşsan ne anlamı olur bunun, sorarım sana insanlık! O Ermenilerden özür dileyecek kadar geniş görüşlü aydın kişiler, aynaya bakınca artık kendini değil, o başka birilerinin taklitçisi aydının mertebesine erişmiş yüce kişiyi görüyor. Senin medeniyet dediğin, evlerimizin baş köşesine koyduklarımızdan eksiklik akar bize ancak; sokakta gördüğün kız, kendini televizyondaki mankenlerle kıyaslıyorsa, eksikliğinden bunaldığı şeyleri aşmak için her gördüğü erkeğe verecektir, vermiştir. O erkek de televizyona bakıp bakıp, her gün hissediyorsa koynundaki bir hatunun eksikliğini, kim ne veriyorsa alacaktır… Sen yılbaşındaki toplu tacizler için, bunlar hayvan, bunlar cahil deyip duracağına kaldır o adamın gözünün önünden o kadınları; o bacakları, o göğüsleri sokup durma adamın aklına! Herkes elinde bir hak gezip duruyor elinde sonra: Birinde gösterme hakkı, ötekisinde bakma hakkı, televizyonlarda medeniyetin doruklarındaki o baldan tatlı hissi reklamlarında çıplak manken kullanarak yansıtma hakkı, birinde gösterip vermemenin haklı gururu, ötekinde yazsan satırlar boyu belden aşağı hayal mahsulü… Oynuyorsunuz insanlarla, kıldan ince keskin yakıcı insan nefsiyle oyun oynuyorsunuz, sapıklar, tacizciler adlı başını yürüdü. Aklını sikiyorsunuz milletin sabahtan akşama kadar da, adam sikilmiş haşat olmuş iradesine sahip çıkamayınca suçlusu siz olmuyorsunuz. Uçkurla da sınırlı değil mesele; insanlık, sizin filmleriniz dizileriniz sayesinde sevgiye, dostluğa, arkadaşlığa aç geziyor sokakta. Sizin ekranlarınızda sevilenler, sayılanlar hep aynı kotları giyip, aynı şeyleri yapıyor… Okul okumadan mezun olup bin türlü bokun içinden sinirleri yıpranmadan çıkıyor; çocuk oyuncağına çevirdiniz hayatı da nedense televizyonlardaki hayatı kimse bulamıyor.

Utanıyorum kendimden; bu kadar bilginin içinde, bu kadar tecrübenin içinde ne yapacağımı bilmeden, bilgiye aç yaşadığıma utanıyorum. Biri kardeş, dost demesin, inanın sevinçten gözlerim doluyor da sonrası büyük hayalkırıklığı oluyor. Olmasa ne olacak; her bakışında, her gülüşünde hissediliyor o patlayan bağırsakların kokusu, bu insanlık yıllardır uyuşturuculara, fuhşa, ordular boyu katliama, izbe jinekologlarda çöpe atılan ceninlere, açlığa, bok gibi suyu içmeye mahkum edilmiş insanlara, bitip tükenmek bilmeyen hastalıklara çare bulamıyor da hala kendini bir bok biliyor sanıyor… Bu kadar insan, türlü türlü mikrobun içinde mutluluğu ararken, dünyadan kopup gitmek adına sanal alemlerde kendini kaybederken halen bir medeniyetten, tüm dünyayı saran sevgiden söz ediliyor. Böylesine aptallaşmış bize yazıklar olsun.


27 Aralık 2008 Cumartesi

FIGHT CLUB

Aslında hakkında yazı yazılması gereken en son filmlerden biridir FIGHT CLUB… Bu öyle bir filmdir ki, beğenen, içinde değindiği noktalarla anlatış tarzıyla, kurgusuyla, oyuncuların ve yönetmenin üst düzey performansıyla onu izlediği en iyi üç beş film arasında yerleştirir; beğenmeyen ise karman çorman hikayesiyle, içerdiği yoğun şiddet ve anomaliye kaçan cinsel içeriğiyle onu iğrenç bir film olmakla itham eder. Ben, şayet varsa da, bu ikisi arasında yorum yapan birine rastlamadım… Bu yüzden iyi yönden ele alacak olsan söylenecek bir şey çıkmaz, kötü yönden ele alacak olsan kıyamazsın. Netice itibariyle iyi veya kötü olarak en çok ses getiren filmlerden biridir; ben de o getirdiği seslerden, kendimce bir demetini sunmaya çalışacağım…

Şimdi futbolu bilenler için söylüyorum: Futbolda en başta gelen kurallardan biri, biliyorsunuz takım oyunudur. Tek başına yıldızlar hiçbir zaman işe yaramaz, çünkü futbol kolektif bir emeğin ürünüdür ve bu yüzden takım içindeki dengelerin iyi kurulması, saha içindeki oyuncuların dikkatli biçimde koordine edilmesi gerekir. Fakat bu da yetmez… Tüm bunlarla beraber takım içinde bir kimya, bir ruh yaratılmalıdır. Bu kimya, ruh yaratıldığında ortalama bir kadroyla iyi işler başarılır, iyi bir kadroyla harikalar yaratılır. Tam tersine o ruh yaratılmamış ise, süper bir kadro da tam manasıyla hezimete uğrayabilir… Ekip kavramının en ön plana çıktığı futbol açısından bu böyledir; sadece yıldızlar futbolda hiçbir işe yaramaz. İşte Fight Club da, bir gişe filminin sahip olabileceği en iyi kadroyu bu şekilde harmanlayarak, kadrosunun kalitesini, yakaladığı kimyayı beyaz perdeye en iyi şekilde aktarmıştır. Kitaplarındaki kurguyla insanı bir o köşeye, bir bu köşeye yatıran, kopartan, edebiyatı ve değerleri, kelimelerinde, tam manasıyla paramparça eden, anti-kahraman yaratma ustası Chuck Palahniuk yazar; Seven gibi, görselliği ve vuruculuğu ve tabii yine inanılmaz kurgusuyla ön plana çıkan filmlerin yönetmeni David Fincher yönetir; oynadığı her filmde başka bir karaktere, kanıyla canıyla hayat vermiş, yalnızca tipiyle değil yeteneğiyle de yıldızlaşan Brad Pitt ile tanıdığım en sağlam oyunculardan biri olan Edward Norton başrolleri paylaşır, bir de bunlara dünya üzerindeki mevcut kadınların karizma eksiğini tek başına kapatan Helena Bonham Carter eklenirse pekala ortaya güzel bir film çıkabilir; ancak böylesine acayip bir kadro, ender biçimde böyle bir kimyada buluşur. Şahsi kanaatim bu filmin bu kadar ön plana çıkışında bu kimya vardır. Filmi başarılı kılan diğer tüm etmenler ise, etkileri açısından daha arkada yer alırlar. Fıght Club’ın kült olmayı başarması, ekibin eseri kişiliklerinin ötesine taşımasıyla yakından ilintilidir. Sanırım kitabını okuyanlar da beni anlayacaktır…

İçerik olarak Fight Club’ı değerlendirmek ise aslında onun başarısı altında biraz daha zorlaşmakta… Genel olarak filmde aktarılan fikirleri siz, filmin akışıyla bir bütün halinde algılıyorsunuz; yani tabir-i caizse, hem kitapta, hem de filmde alt metni yapıtın bütününden ayırmak mümkün değil. Bu şekilde siz filmi izlerken, olaylar ve diyaloglar içinde Palahiuk’un düşünce dünyası da arka planda akmaya devam ediyor… Filmde, başarısız roman uyarlamalarının aksine, görselliğin, hayal kırıklığı yaratmaktan öte fikri ve olayı tamamlayıcı boyut kazanmasının altında bu nedenin yattığını düşünüyorum. Halihazırda tüm film boyunca dozu düşmeyen saldırganlık ve cinsellik aslında yazarın düşüncesinde ön plana çıkan dağınık figürlerin yalnızca birer tezahürü; kitap ve filmde gördüklerimiz, hikayenin temelini teşkil eden dibe vurmuşluğun, her gün gözümüzün önünden akan suretleri gibi. Başrol oyuncularının yalnızca yüzleri dahi, kitaptaki karakterle bire bir örtüşmekte neredeyse; Brad Pitt’in alıştığımız serseri ve biraz da sert halleri, Tyler Durden karakterinin tümüyle örtüşüyor; keza Edward Norton’ın Brad Pitte’e kıyasen efendi duruşu da kitaptaki anlatıcı ile… Kitabın şeytani melikesi Marla Singer ise filmde karşımıza Helena Bonham Carter’ın biraz saf ifadesi ve dandik saçlarıyla çıkarak, zaten sayısı oldukça az olan ana karakterleri mükemmel biçimde örtüyor. Karakterlerin, kişilikleriyle görüntülerinin uyumu o kadar yüksek ki, kitabı okuyan pek çok kişi için Tyler Durden’ın gölgesinin Brad Pitt’in hınzır ifadesinde yaşadığını tahmin edebiliyorum. Kitap her bir sayfasıyla, karakterler o karamsar tiratlarıyla yaşıyor filmin içinde… Kısacası Palahniuk’un kopmuş karakterleri, her yönüyle beyaz perdede gözükebiliyor.

Bu başarı da en büyük pay sahiplerinden biri de elbette yönetmen David Fincher… David Fincher bize hazırladığı küçük sürprizler ve kurduğu mizansen ile ustalığını konuşturmuş, kitabı okuyanlar için kitabın atmosferini başarılı bir biçimde yansıtmakla beraber kitabı okumayanlar için sıradışı bir hava yaratmış. Oldukça karmaşık hikayeden tam koptuğunuz da filmde gözüküp kaybolan görüntülerle sizi yeniden ve yeniden hikayeye dahil ediyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, oyuncu-senaryo-yönetmen arasındaki uyumun üst düzeyde olması, filmin seyirciyi içine çekmesi bakımdan oldukça önemli; Fight Club’ın ekibi yarattıkları kimya ile bunu oldukça iyi başararak etkileyici bir filme imzayı atmışlar.

Roman uyarlamak her zaman sıkıntılı bir konu olmuştur; kitabı okuyanlar halihazırda kafalarına, kitabın içeriği ile ilgili bir evren kurmuş olduklarından, konu bir kitabın sinemaya aktarılışı olduğunda çoğunlukla başarıdan da söz edilemez… Ancak bazı istisnai filmler vardır ki, A Clockwork Orange veya Dead Poem Society gibi, bunlar hem başarıya ulaşır hem de kitabı bir adım öteye götürür; kanımca Fight Club da bu filmlerden biridir. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ın başında sarf ettiği güzel cümledeki gibi “Bir kitap okudum hayatım değişti” demek istiyorsanız, ya da en azından güzel bir şekilde harcamak istediğiniz zamanınız varsa, tabii hala izlememiş olanlar için, Fight Club, naçizane önerimdir…

26 Aralık 2008 Cuma

IVAN GATTUSO


25 Aralık 2008 Perşembe

KARANLIK ODA

24 Aralık 2008 Çarşamba

FISTIK TEPESİ


Kim uyduruyor bunları bilmiyorum… Ama kim uyduruyorsa söyleyin kendisine, onun ne olduğunu kavradık, şimdi vakti geldiyse bize, onun nerede bulunabileceğini de söylesin.

***

Bir varmış, bir yokmuş…

Küçük kız, o zamanlar belki, yüreğini sonradan sonraya dolduracak olan o hürriyet duygusuyla tanışmıyormuş henüz ancak okula tek başına gideceği ilk gün, o duyguya benzer bir hissi parmak uçlarında dahi hissediyormuş. Babasıyla iki yıl boyunca adımladığı sokaklardan şimdi kendi başına geçecek, daha önce küçücük saniyeler boyu seyredebildiği o hayatın içine şimdi girecekmiş. Adını koyamadığı hissiyatının sebebi buymuş… Böylece uyanmış uykusundan taptaze bir heyecanla, okul kıyafetlerini giymiş, ayakkabılarını ayağına geçirmiş, saçlarını taramış ve kâküllerini annesinden yadigâr mavi bir bandana ile toplamış. Aynanın karşısına geçip, bir peri kızı, bir melike gibi gördüğü henüz on yaşındaki bedenine bakmış, odada o duymasa da gaipten sesler yükselmiş: Tanrım ne tatlı bir kız, diye. Ardından, o sesler sarmalamış kızı, bunca fısıltı bir toprak kokusu gibi ellerine, yüzüne bulaşmış, hayatının büyülü hali kızın kokusu, beyaz teninin rahiyası oluvermiş.

O gün her günkü gibi adımlayarak sokakları okuluna gitmiş; ertesi gün de ve ondan sonraki gün de… Ve fakat günler böyle geçtikçe adımları ve yolculuğu onu yormaya başlamışken, bir gün mavi bir bisikletin peşine takılınca, işte o ilk gün ne olduğunu bilmese de içinde hissettiği hürriyeti keşfetmiş. Bisikletli çocuğu keşfetmiş, onun arkadaşlarını, ardından kıpkırmızı balonu, sonra mahallenin bakkalını, envai çeşit şekerleme ve oyuncağı… Ceplerinden saçılan fıstıklarda Fıstık Tepesi’nin hatırasını tatmışlar, çocuk mavi bisikletinin tepesinden bazen de korkulu hikâyeler anlatmış. Her bir sokakta başka bir duvarı yıkarak gezerken dilinde damağında yaşamın fevkalade tadını duymuş; saatleri güneşle bir olup eritmiş minik parmaklarının arasından süzerek. Kırlara uzanıp bulutlardan resimler yapmış: Bir papatya, bir yağmur damlası ve bir kelebek. Ağaçlara tırmanıp ceplerine yeşil, kırmızı ve sarı yemişlerden doldurmuş, anne kuşların yavru kuşları besleyişi izlemiş. Akşam olduğunda tek bir kelime etmemiş, elbiselerini çıkarıp bir kenara koymuş. Yatağın içine gömülmüş ve gözlerini uykuya yummamak için çabalarken güzel bir rüyayı yeniden ve yeniden görmek için uyumaya çalışan başkaları gibiymiş.

Zaman o en hızlı yaramazlıklarla akıp giderken, geçen her günde okulun eksikliği daha da hissedilir olmuş. Bu yüzden arada sırada okula gitmeye de karar vermiş küçük kız; ancak bunu nasıl yapması gerektiğini bilmiyormuş. Şöyle yapmış: Bir kâğıt kalem alıp eline, önce zevkle adımladığı sokakları derlemeye çalışmış bir yol olmaları için. O at arabalarının dahi giremediği arnavut kaldırımlı sokakları koymuş arka arkaya, sonra yaşlı amcaların yola attıkları sandalyelere oturup kağıt oynadıkları sokağı, onun arkasından da gürültü yapan çocukların başından aşağı bir kova döken ve böyle böyle çocukların maskarası olmuş ağaçkakan teyzenin oturduğu sokağı eklemiş. İşte o sokağın başından, o küçük marketin hemen solundan dönünce, bir zamanlar kurşun askerin satıldığı söylenen oyuncakçıyı da geçince, okulun olduğu meydana gelinebiliyormuş. Haritasını böylece katlayarak cebine koymuş ve ertesi gün yapacağı yolculuğu düşleyerek uykuya dalmış.

Ertesi gün hava karardığında, yine yatağına uzanmış hayalleriyle gökyüzü kıldığı tavanı seyrederken, aklında nasıl olup da okula gidemediği sorusu varmış. Uzun zaman düşünmüş; sabahki heyecanını ve o heyecanla haritaya tekrar ve tekrar baktığı hatırlıyormuş. Evlerinin bulunduğu sokaktan çıktıktan sonra haritada işaretlenen sokakları adımladığını, kedi yavrularını sevdiğini, yaşlı ve meraklı teyzeden fıstıklı un kurabiyesini, bakkal amcadan acı çikolatasını aldığını, diğer kızlarla seksek oynadığını da hatırlıyormuş. Ne var ki bu yaptıkları onu okula getirmeye yetmemiş. Çünkü insanların dikkatsizce yürüdüğü bu sokaklar onun için yol değil ancak birer yaramazlık sebebi, apayrı haylazlıklara açılan kapılarmış. Bunu başkalarına anlatmalıyım diye düşünmüş hemen, ufacık zihnindeki koca dünyanın kelimelerine sarılmış, aynı okula gitmek isterken sokakları derlediği gibi derlemeye başlamış onları…

***

Nasıl anlatılır bilmiyorum. Çevremdeki insanlara bakıyorum, naçizane tecrübelerime eğiliyorum, bilhassa sevgiye ve aşka karşı her adımımızda kendimize kastettiğimizi görüyorum. Ne kadar büyütüyoruz her şeyi, elimize bir şey geçmeye görsün, nasıl da dünyayı değiştirmesini bekliyoruz ondan. Hepimiz âşık oluyoruz, hepimiz sevip seviliyoruz mütemadiyen, hepimiz aşk hakkında üç beş kelam ediyoruz hemencecik: Aşk, dünyanın en yüce, en asil duygusudur, diyoruz. Bununla bitmiyor, ardından ekliyoruz: Aşk sonsuzdur, aşk güçlüdür, aşk ölmez, aşk bitmez, hele sevgi hiçbir şartta sona ermez, seven aldatmaz, âşık olan bırakıp gitmez, sevmek fedakârlık ister ve milyonlarcası… Daha söyleyeyim mi: Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk, diyoruz. Susmuyor dudaklarımız, aşkın sevginin içinde küçük hesapları yüceltip duruyoruz. Zihinlerimizde, kavgalarımızda savrulup duruyor duygularımız, aşklarımız ve sevgilerimiz bahanelerimiz oluyor.

Susalım lütfen; şimdi sessizlik için konuşuyorum.

En önce şu meseleyi birkaç kelimeyle kapatalım hemencecik: Artık el ele verelim, destek çıkalım birbirimize, sevgiyi aşkı muharebelere cephane yapmayalım. En önce bunu başaralım. Sonra, sonra parmaklarımızı uzatıp o ta uzaklardaki yerleri, duyguları, tarifi için mükemmel haricinde kelimeye ihtiyaç duymayacak şeyleri, her gün yaşadığımız şeylerin karşılığı olarak göstermeyelim. Kendi hislerimiz eşi bulunmaz kar tanesiymiş gibi sarıldığımız en başta aşka ve sevgiye, sonra bütün duygulara ait beylik lafları bir kenara bırakalım. O her kalıba sığan varlıkları, hem kendi küçük dünyamıza sınırlamayalım, hem de onları büsbütün hayatımızın dışında bırakmayalım. Bir gezinti yapalım içinde; ilk sözlerimiz onların sınırları hakkında değil hissettirdiklerine dair olsun. Sonra ortaya saçalım hepsini; bu mavili pembeli hislerin içinde aynı duyguların farklı tezahürlerini görelim. Aşk sonsuzluktan, her şeyi değiştirmeye yetecek güçten, ölümsüzlükten bir alamet değil, başlı başına eksiklikleriyle, bizi savurduğu köşeleriyle, içimize serdiği her renkten baharla bir evren olsun. Susalım, yalnızca hissedelim ve bizimle aynı şeyleri hissetmiyor diye diğerlerini suçlamayalım. Beceriksizliklerimizin tesirini aşkın kudretiyle yarıştırmayalım.

Çünkü…

Bir gün öleceğiz diye hayatı, geçip gidiyor diye baharı, silinip kuruyacak diye gözyaşını, anlatılıp unutulacak diye masalları yok saymak akıl karı değil. Mükemmeliyeti bir kenara bırakıp, görmeyecek gözlere en güçlü ışığın dahi görünmeyeceğini anlatalım; varsa bir sınır, sonsuzluk, o da mutlaka insanın zihnindedir.

***

Onu aramış günlerce, bulamamış. Kelimelerine ve cümlelerine bakmış önce, mürekkep lekelerindeki tadını, yarım kalmış cümlelerdeki kokusunu duyabilmiş ancak. Aynaya baktığında tamı tamına on iki yıl evvel aynada gülümseyen kızın heyecanını hissetmiş. Pencereden yılları paylaştığı kasabaya bakıp sevgilisinin mavi bisikletini aramış; ne var ki, yok, kayıp, sürgün, bulamamış. Sonunda hayatını başlatan sokaklara düşmüş…

Bir ipucu varmış elinde yalnızca: Kelimeler; bu serseri sevgilinin, kaçıp giden sevgilinin kelimeleri. Mektuplarından, birbiri ardına dizilmiş aşka ve sevdaya dair kelimelerden anlattığı aşkın ait olduğu yeri bulmaya çalışmış. Kasabanın yaşlılarını gezmiş birer birer; herkese böyle bir aşkın yaşadığı yeri sormuş. Sonra bir teyzeden buralardaki aşkın Fıstık Tepesi’ni anlattığını öğrenmiş. Yıllarca evvel kasabadan kaçıp giden aşıkların saklandıkları yermiş orası. Birbirlerine bir zamanlar utanarak bakan aşıkların cesareti bu kaçışı hazırlayınca kasabanın duygu dünyası birden bire değişmiş. Yolu, izi bilinmez bu tepenin hikayesiyle ilhamla aşık olmaya başlamış herkes. Fıstık Tepesi, kelimelerinden soyutlanıp bir anlam oluvermiş böylece. Kasabadaki erkekler bir kıza bağlandıklarında onunla Fıstık Tepesi’ne dahi gidebilirlermiş. Kızlar bir delikanlıya kaptırdıklarında gönüllerini o fıstık tepesine dahi gitse bekleyebilirlermiş. İki gönül arasındaki tüm münasebetlerin tarifiymiş Fıstık Tepesi, o günden beri. Hisler Fıstık Tepesi kadar mor, onun kadar heybetli, en uçları onun tepesi kadar rüzgarlı, onları yaşamak bu tepeye tırmanmak kadar zor, mutlu mavi duyguların gücü onun ardındaki yerler kadar sonsuzmuş. Tüm bunları dinledikten sonra o tepeye giden yolu sormuş kız. Ne var ki hiç kimse, bu tepenin efsanesini dilden dile yayanlar dahi oraya gidecek yolu bilmiyorlarmış. Herkes aşka dair duygular hissettiği zaman içinde parmaklarıyla gururlanarak orayı işaret etse de evet, hiç kimse aslında oraya giden yolu bilmiyormuş. Başkalarına sora sora hikayenin de farklılaştığını görmüş; kelimeler, kelimeler ve kelimeler bir mananın etrafında dönüp durup onu kıstırmış, tam isabet olmasa da manayı bir çembere sığdırmış. Bu ipince anlamın adına Fıstık Tepesi demiş herkes.

Cebine uğur getirsin diye, kasabanın çapraşık sokaklarını çizdiği haritaları koymuş. Sırt çantasına sevdiğinin mektuplarını, annesinden yadigar tül parçasını, acı çikolatasını, fıstıklı kurabiyesini, işe yarayacak yaramayacak çeşitli şeyleri sıkıştırmış. O akşam, hürriyeti tattığı sabah gibi Güneş’i o efsanevi tepenin arkasında görerek yola düşmüş. İlk adımları korkunç derecede değersizmiş bu tepeyi anlatan onca kelam arasında.

***

Aşk ne sonsuzdur, ne de ölümsüzdür, dilden dile dolaşmış tüm efsanelerdeki gibi… Onu bu kadar güçlü ve değişik yapan insanlarda görülen milyonlarca suretidir. Bu milyonlarca surettir onu büyük bir mana çatısı altında yekpare kılma çabasının nedeni; hayatta hangi şey belirsizlik kadar tehlikeli ve hangi duygu aşk kadar belirsizliklere gebedir? Aşk ve sevgi, belki iki düşman kardeş, bir insana bağlanmak, kaderini onunla ortak kılmak demek dev aynasında gördüğümüz benliğimizin ayaklarının yere basmasıdır. Koskoca dünyamız bir ufak çehredeki kıpırtılara, bir çift göze, bir gülümseyişe sıkışır; kimse kabul edemez böyle esareti. Peki çaresizliği kutsal, daimi olarak kabul etmek midir budur sonu? Aşk minik bir ayrıntıdan ibaret olsa, kolları bir kız çocuğu gibi cılız olsa, bir mum gibi rüzgarların en hafifinde sönse bir şey kaybetmez ki güzelliğinden; aşk bir otobüs camında rastlanılan melaikeye karşı olsa da, tüm ömür boyu koynunda yatacağımız şefkat dolu sığına olsa da yine de aşktır. Ona her an bir başka köşe başında rastlayacak olsak da yine o, odur; bizzat kendisidir. Ömür boyu aranıp bulunamayacak, hiç tadılamayacak kadar değerli bir şeyden defalarca daha da değerlidir. Ve tabi her şey gibi kendisini anlatacak her şeyden başkasıdır yine de.

Sevgi, aşk, sadakat, dostluk vs… Tüm bunları şimdi yaşanılmaz kılan, bize ızdıraplar çektiren bizim küçüklüğümüz değil tüm bunlar hakkında söylediğimiz kocaman sözlerdir; bizler, kendi eksikliklerimizi her dakika içinde hissettiklerimiz hakkında, zamanın birinde var ettiğimiz büyüklükle yarattık. Fakat bildiklerimiz, söylediklerimiz arttıkça keşfetme duygumuz azaldı; sevginin, dostluğun kendisine dokunamadan öğrendik her şeyi. Sürekli eksik kaldık, acı çektik ve belki de en kötüsü ne biliyor musunuz, kendi duygularımızı başkalarınınkine benzemiyor diye terk ettik… Oysa hiç kimsenin dilinde yoktu onların tadı, yalnızca onun tadı hakkında söylenmiş şeyler vardı. Böylesine bir yokluk içinde bizim tek hazinemizden, kendimizden vazgeçtik. Böylesi hangi fikre, hangi doğruya, hangi gerçeğe sığar…

***

Gittikçe kısalıyormuş adımlar, bir ormanın karanlığının içinde cesareti önce güneşin büsbütün batışıyla, ardından Fıstık Tepesi’nin upuzun fıstık çamlarının arkasında, gözden kaybolmasıyla kırılmış. Şimdi artık o tepeyi kaplayan fıstık çamlarının arasından, eğri büğrü bir patikadan yürüyormuş. Etrafına bakmış; yokuş yukarı giden yolun her iki yanına dizilmiş ağaçların tepesindeki kuş yuvalarını ve yine o ağaçların üzerinde gezinen sincapları görmüş. Buranın sokaklar kadar canlı, en az onun kadar heyecan verici ama şimdiye kadar kasabada gördüğü her sokaktan daha dinlendirici olduğunu düşünüyormuş etrafına bakınırken. Ormanın kendi karmaşasına karışan sakinliğinde ıslık çalarak yürümeye devam etmiş; tüm anlamları, içlerinden birinin tam bitti denilen yerde kendisinin tam karşıtını doğuruşunu ve böylece sonsuza kadar sürecek yaşantısını, gece ve gündüzün her gün birbirini takip edişini bir türküyle süslemiş. Bir kanat çırpışıyla irkilmiş; bir kuş havalanmış dallardan ve diğerleri, ya bunu bir tehlike olarak algılayarak ya da bu yalnız kız gibi ürkerek onu takip etmişler, belki de uçmak için hiçbir neden yokken. Dakikalar, birilerinin bir ormanı anlatırken yaşadığı anlaşılma çabası içinde kimine göre sıkıcı, kimine göre şiirsel bir anlatımla akıp gitmiş.

Fıstık çamlarının tepesinde dolunay gözükmüş artık. Yıldızlar dallarının arasından akıp ormanın karanlığına akmaya başlamış. Kız, her köşe başında, daha doğrusu ağaçların her dalında, her bir yaprağında kendisini buraya sürükleyen nedeni düşünmüş. Nihayet Fıstık Tepesi’nin en ucuna ulaşınca bir ateş yakmış ve dinlenmeye başlamış; artık yolculuğu sonuna geldiğini ancak halen daha bir yanıt bulamadığını fark etmiş. Hala sevdiği yokmuş ortalarda, bir sırrı aydınlatır, belki kasabadakilerin anlamsız inançlarına, adetlerini ortadan kaldırır, onlara gerçekten, gerçek aşktan bir haber verir diye çıktığı yolculukta elinde, içine düştüğü yorgunluktan başkası yokmuş. Heyecanla adımladığı bu yol, içine düştüğü ormanın sonsuz karmaşası onu yalnızca yormuş. Gözlerini kapatırken bir yerden aklına takılan döngü tekrar etmiş; tüm günün yorgunluğunu doğuran hengâmeden uhrevi bir sakinlik doğmuş. Kız yaktığı ateşin kenarında uyuyakalmış.

Sabah kalktığında hiçbir şey olmamış başka; yalnızca gözlerini açıp Fıstık Tepesi’nin üzerinden baktığında, bunca yükseklikten yaşadığı ancak asla böyle olduğunu bilmediği yerlerin güzelliğini görmüş. Fıstık çamlarıyla kaplı ormanın bir halı gibi tepeler ve tepeler boyunca yayılışını, gökyüzünde uçuşan kartalları, ta uzaklardaki belli belirsiz gözüken denizi ve tabi şimdi uzaktan, bir ağacın altına yayılan mantarlar gibi duran evleri, kasabayı görmüş. Hiçbir dağ veya tepeyle kesilmeyen, göz alabildiğine yayılan bu manzarayı ufka kadar görmüş. Tam o anda anlamış her şeyi, görmüş: Çantasını açtığı gibi sevdiğinin mektuplarını açıp okumaya başlamış bir bir, o mektubu bulabilmek için.

***

Hiçbir tasvir anlatılan şeyden güzel değildir; ve yazıktır pek çokları eksiktir, yanlıştır. İnsan bir şey anlatmaya başladığında bilir çünkü bu eksikliği, bu yüzden icat edilmiştir tüm o afili kelimeler. Anlatamayışın çaresizliğini anlattığımız şeyi abartmakla dengelemeye çalışırız aklımızca, oysa tek yaptığımız onu tanınmaz hale getirmektir. Dünyanın en değerli şeyleri böyle dilden dile dolaşarak ulaşılmaz hale gelmiştir; kendimizi bu talihsizliğin etkisinden kurtaralım. Tüm güzellikleri birer yokluk abidesi olarak görelim artık; bırakalım içimizdeki o yokluklar biricik kalıplarımızla, yalnızca bize ait o kalıplarda var olsun.

Aşktan bahsettik hep, eğer varsa aşka dair bir şey anlatılanlar değil diğer güzelliklerdir. Tüm güzellikler birbirini tamamlar; mahiyeti ne olursa olsun, o iplik kadar ince rüzgarı yüreğimizin neresinde estirirse estirsin tüm güzellikler tek bir şeyden doğmuştur: Bizden… Bu yüzden gözleri dört açıp bakmak gerekir hayatın içindeki aşkı görebilmek için, hayatın her köşesinde aşka dair bir işaret bulunur. Mesela, mesela bir öpüşteki sıcaklık, şimdi hissedebiliyorsanız şayet anlamlı olacak, aşka dair milyonlarca akisten biridir. Ne bir fahişenin, ne azgın bir bedenin hudutlarında bulunur o, teslimiyetin en dibinde rastlanır ona ancak; o yüzden güzel ve aşka alamet olabilecek kadar kıymetlidir. İnsanlar bunu, tüm o saçmaladıklarının yanında bulmuş olacaklar ki aşka simgeler aramışlardır var olduklarından beri, tanrıçaların güzellikleri bir çaresizlikten peyda olmuştur böylece. Sonradan unutulan da şudur ki bir şeyi hissetmek, onu gördüğünde tanıyabilecek kadar anlamak için onun hayattaki yansımasına, simgelerine bakmak yetmez, bilakis o yansımanın içinde olup hayata bakmak gerekir. Aşk, sevgi, bir kadının cazibesi, anne şefkati veya bir papatyanın masumiyeti, güzellik her neyse, mühim olan onu hissetmek değil, o hissediş içinde dünyaya yeniden bakmaktır. Çünkü en muhteşem, en gerçekçi alamet yalnız anlatmakta kalır, oysa en eksik yaşayış dahi hissetmektir. Hangisi daha kıymetli ona da siz karar verin…

***

Eve döndüğünde çocukken yazdığı onlarca defteri göstermiş sevdiğine; çocuk gülümseyerek almış ve okumuş hepsini. Kendi hatırasıyla rastlaştığı yerlerde, kelimelerin açtığı kapılardan ilerleyerek aşklarının başlayışına gitmişler. Sonradan sonraya tüm sözcüklerin aralarındaki boşluklarını, bedene konmuş ruh gibi geçmiş zamanın hisleriyle doldurmuşlar. Böylece anlatılanlar bir manaya bürünmüş ama bizim duyduklarımız, onlar eksik kalmış. Kıyafetler, ne kadar güzel olursa olsun, hepsinin tek kusuru varmış meğer, o da asıl güzelliklerini gizlerlermiş kadınların; anlam karşısında, asıl güzelliklerin karşısında, anlatılanların kaderi de bu olmuş. Bu yüzden bir masal olurken tüm bunlar, kız elinden tutarak sevdiğinin onu pencerenin kenarına götürmüş. Fıstık Tepesi’ne bakarken içinde bulundukları güzelliği hatırlamışlar bir kez daha. Her şeyin güzel olması için sonsuza kadar sürmesi gerekmediğini biliyor olacaklar ki o anın tadını sonuna kadar çıkartmışlar.

Masal da burada bitmiş…

23 Aralık 2008 Salı

YENİ HAYAT


Çok okudum, yalnız bütün hayatımı değiştiren kitabı değil başka kitapları da. Okurken ama, kırık hayatıma derin bir anlam vermeye, bir teselli aramaya, hatta hüznün güzel ve saygıdeğer yanını aramaya kalkışmadım hiç. Çehov’ai o yetenekli, verimli ve alçakgönüllü Rus’a sevgi ve hayranlıktan başka ne duyabilir insan? Ama boşa gitmiş kırık ve kederli hayatlarını Çehovcu denen bir duyarlılıkla estetikleştiren, hayatlarının sefaletinden böbürlene böbürlene bir güzellik, bir yücelik duygusu alan okurlar için üzülür, bu okurların teselli ihtiyacını karşılamayı bir kariyere dönüştüren işbilir yazarlardan da nefret ederim. Bu yüzden pek çok çağdaş romanı ve hikayeyi bitiremeden yarıda bıraktım. Ah atıyla konuşarak yalnızlıktan kurtulmaya çalışan kederli adam. Vah, sevgisini durup durup suladığı saksıdaki çiçeklere veren içi geçmiş beyzade. Vay, eski eşyalar arasında hiçbir zaman gelmeyecek, ne bileyim bir mektubu, bir eski sevgiliyi ya da anlayışsız kızını bekleyen adam. Bize durmadan yaralarını ve acılarını teşhir eden bu kahramanları Çehov’dan kabalaştırarak araklayıp başka coğrafyalar ve iklimlerde bize sunan yazarlkar da aslında ağız birliği etmişçesine şunu demek isterler: Bakın, bize, acılarımıza ve yaralarımıza bakın; biz ne kadar hassas, ne kadar ince, ne kadar özeliz! Acılar bizi sizlerden çok ince ve duyarlı kıldı. Siz de bizim gibi olmak, sefaletinizi bir üstünlük duygusuna çevirmek istiyorsunuz değil mi? Öyleyse inanın bize, bizim acılarımızın hayatın sıradan hazlarından daha zevkli olduğuna inanın yeter.

Okur, işte bu yüzden, senden hiç de fazla hassas olmayan bana değil, anlattığım hikayenin şiddetine, benim acılarıma değil de dünyanın acımasızlığına inan. Hem zaten, roman denen modern oyuncak, Batı medeniyetinin bu en büyük buluşu, bizim işimiz değil. Bu sayfaların içinde okurun benim sesimi kart kart duyması da, artık kitaplarla kirlenmiş, iri düşüncelerle bayağılaşmış bir düzlemden konuştuğum için değil, bu yabancı oyuncağın içinde nasıl gezineceğimi hala bir türlü çıkaramadığım için.

Orhan Pamuk, Yeni Hayat; Sayfa 226 ve 227



Bazı insanları oturup her konuda, uzun uzun konuşabildiğim için, bazılarını ise söyledikleri sözlerin ardından söylenecek bir şey bırakmadıkları için seviyorum. Dilimize dolanıp duran ama bir türlü kelimelere dökülememiş şeyleri, ifade edebilmek kadar büyük bir meziyet var mı şu hayatta?

21 Aralık 2008 Pazar

BİR ZAMANLAR...


İstisnasız, eksiksiz, herkesin özlemini duyduğu eskilerin tesirinden muzdarip ait olamadığı bu hayattan geri çekiliyor ve mağlup. Çizgilerle dolu yüzünün bir köşesinde kıvrılıp duran çatlak dudaklarından dökülüyor sitemi…

***

Eski zamanlar… Anılarım, geçmiş, bütün hatıralar, o gençlik fotoğraflarım ve şarkılar, filmler, işte ben artık onları görmeye dayanamıyorum. Ya şimdiki hayatta ya geçmişte bir korkunçluk var uçurumlarla dolu; geçmişle bugün arasında bir yığın acımasız yıl ve eskitilmiş değerler var, ben bunlarla yüzleşemiyorum. Mutsuzluktan mı doğuyor bu iğrençlik, bizi geçmişin sihrine, büyüsüne ne mahkum ediyor, anlamıyorum. Hasret, özlem, aptalca bir heves, bu duyguyu kim anlatabiliyor? Yaşanmış ve bitmiş, her çağ gibi eskitilmiş, neden her özgür kalışında çocukluğuna dönüyor onlarca emekle büyüttüğüm benliğim, bilmiyorum. Büyümek, satır satır uzaklaşmak geçmişten, niye yıpratıyor bizi bu kadar, sen bunu söyleyebilir misin?

***

Başımı öne eğip yaşlanmış bakışlarından saklanıyorum. Sessizliğimde, onun sorduğu sorulara bir tane de ben ekliyorum geçmişimizin geleceğini sorgularken… Silip atmaya çalıştığımız hatıralarımızın; eski sevgililerimizin, izlediğimiz filmlerin, müziklerin, oynadığımız oyuncakların, ilkokul arkadaşlarımızın ve hatta ancak uzaktan seyirci olabildiğimiz devirlerin, istisnasız herkesin özlemini duyduğu, oysa çoktan tüketilmiş bitirilmiş geçmiş zamanların bir geleceği var mı bizde?

14 Aralık 2008 Pazar

KARANLIK ODA*9


Bana sorsanız yırtıp atardım hepsini; hayır, mağlubiyetin ezikliği ile bir köşede ağlayıp mektupları parçalayan kırgınlar gibi değil düpedüz delirmenin eşiğine gelmiş asabiler gibi. Böylesi, böylesi kitaplar, böyle çılgın cümleler ifrittir, zehirdir bizim için… Hele öğretmen olsam bir dakika görmeye tahammül edemezdim, çocuklarımın elinden kaptığım gibi, işte demin bahsettiğim o asabi adamın halet-i ruhiyesi ile hepsini paramparça ederdim. Zavallı anneler babalar debelenip duruyorlar çocuklarını kötü alışkanlıklardan, içkiden, kumardan, sonra uyuşturucudan uzak tutmak için. Bu yüzden çocuk eline iki kitap aldı mı seviniyorlar fena alışkanlıklardan şükür şimdilik uzak duruyor diye, ben kendine böyle ihanet eden başka bir canlı görmedim. Hele ki bazısı var hemencecik seviniyor çocuğum âlim olacak diye, oysa bilmiyorlar gerçeği; ah bir bilseler!

Efendim, bakmayın siz o kitapların, kitaplardaki cümlelerin, cümlelerdeki kelimelerin ve kelimelerdeki manaların çekiciliğine… Bunlara aldanmayın cidden… Bir de, bir de sokaktaki hayatların yıpranmış, kirli görüntüsüne aldanmayın. O tinerci çocuklar, serseri gençler aslında gördüğünüz kadar kötü değil. Bilakis acıları var oluş sancısından ibaret pek çoklarından gerçek acıyı tadabildikleri için daha şanslılar, biraz da iyiler. Evet, aslında kötüler ama işte bu pezevenkler, torbacılar, sefil dilenciler aslında olabilecekleri kadar kötü değiller. Hatta ülkemize özgü şartlarla değerlendirelim kötülükte muzırlıkta Marks’la, Engels’le kıyas kabul eder cinsteler. Bu kitaplar var ya işte bunların içinde tüm sokaklardan daha kötü o adamlar var çünkü. Ne yankesici, ne değnekçi, ne fahişe; sokağın bir köşesinde sessizce oturmuş kalabalığı izleyen adamları anlatıyor bunlar. Dilenci olsa yine iyi para istemeyecek, paraya ihtiyaç duymayacak türden adamlar bunlar. Anlatabiliyor muyum, bu kitaplardaki adamlar normal değiller; bazısı gerçekten kaçık mesela, söylediklerinde bir tutarlılık, bütünlülük yok. Koskoca adamlar olmayan yerlerden, olmayan insanlardan bahsediyor, tüm bunlar müthiş bir ciddiyet içinde sadece okunmuyor bir de tartışılıyor. Sokaklar böyle adamlarla dolmuş; artık şu hayat ki onları tatmin etmiyor. Neden etsin, rüyalarında her gün savaşan adam ertesi gün okula neden gitsin? Gitmez… Bazısı var olaylardan pay çıkartıyor, zannedersin ki hayatta her şeyin, her olayın bir manası var, hepsinden bir ders çıkar. Türlü türlü acayiplik var bu kitapların içinde. Neden olmasın, bu kitapları yazanlar normal değilki! Yahu normal adam kitap yazar mı gider hayatını yaşar. Yaşayabilen insanlara bakın çoğunun başka bir iş yapmaya vakti yoktur, olamaz da; böyle zengin bir hayatta insan okuyup yazacak kadar vakit bulabiliyorsa zaten bir problem vardır. Tüm bu ifritler hiçbir şeyden değilse işsizlikten, ataletten doğar. Ben bu yüzden hepsini paramparça etmek istiyorum; ah bir öğretmen olabilseydim parçalardım bütün o kitapları, o kitaplar ki en kötü adamlardan daha tehlikelidirler.

Mesela bir Schopenhauer Efendi, ne ister aşktan, aşıkları kıskandığı için, hiçbir kadını sevemediği için mi böyle darmadağın etti onu? Beynimize, gencecik fikirlerimize neden ekti nifak tohumlarını? Ya o pos bıyıklı amca ne istedi bizden; güzel şeyler anlattı tamam ama anlattıklarıyla yeni baştan onlarca soruyla baş başa kalacağımızı görmedi mi? Oğuz Atay, Hemingway, Palahniuk ve o meşhur işbirlikçiler: Onların en başında şu Selim gelir, Selim Işık. Tyler Durden var bir de, o çocukluğumuz boyunca beklediğimiz, hayat boyunca bekleyeceğimiz türden kahraman… Bize sahip olamayacağımız şeylerin değersizliğini anlatırken ileride sahip olacağımız pek çoğunun anlamsızlaşacağını nereden bilebilirdik? Biz bilemezdik ama ya siz, siz ne istediniz bizden, hayatı niye delik deşik ettiniz? Dostoyevski, korkarım pek çok insanı kendin gibi mutsuzluğa, titreyerek kendilerini kaybettikleri nöbetlerine ve pek çok derin düşünceye mahkûm ettiniz. Evet, en çok siz, insanları pek çok insandan daha iyi tanıyan siz. Sizler kötü bir arkadaştan, zeki bir düşmandan daha tehlikeli dostlarsınız. Aklınızla, isabetli fikirlerinizle, ne acıdır pek çok zaman karanlığınızla tüm dünya nimetlerinden daha çekicisiniz; aklınızdakiler, düşünceleriniz, onlar tüm gerçeklerden daha parlak. Güzel, ne var ki yanlış, tam bir deli saçması.

Bilmediğinizden sanırım, böyle bir zır delilik kesinlikle bilmediğinizden! Kaç yıllar boyunca sizin kadar cevval beyinlerin anlamları yüceltmek adına yaptıklarını hep kendini kandırmaktan ibaret görmek olsa olsa delilik. İnsanlığı yüzyıllar boyu peşinde bunun için koşuşturup durmalarını, tüm varlıklarını adayacakları bir anlam aramalarını, tüm yönlerini tek bir yerde birleştirme çabalarını görmezden gelmek, inkar etmek de neyin nesi? İnsanla hayatı, insanla kendisini ayrı kılmak, böyle düşüncelerle, bilgilerle, bilimlerle parça parça etmek… Sizin, insanlığın kafasına böyle fikirleri, idealleri, kavramları sokanların gerçekten kendinden utanması gerek, farkında olmadan da olsa doğru-yanlış, iyi-kötü diye insanları yaşamaktan alıkoyanların, yüzyıllar önce Vahdet-i Vücut diyenlerle rastlaştığında yüzünü yere eğmesi gerek. Tüm dünyayı, hatta fikirlerle hayatı dahi tek bir bütün olarak görmeye çalışanların kafasındaki her şeyi parçalayıp onları hayata karşı savunmasız bırakmanın vebalinin altından kalkılabilecek bir şey olmadığını görmelisiniz. Pekala zekisiniz, inandığımız pek çok şeyin yalan, yanlış, eksik olduğunu anlayabilecek kadar zekisiniz. Kaleminiz sağlam, bu eksiklikleri sadece gösterebilecek değil hissettirebilecek kadar da yeteneklisiniz; bir kelimeniz, bir cümleniz dahi o içimizi parçalamaya, orada koca bir boşluk yaratmaya ve o boşluğun derin ızdırabını duyurmaya yeter. Ama ne olacak, ne fark edecek? Yıkıp geçtiniz, insaflınıza denk geldik veyahut biraz daha aptalınıza bize bir de inanılacak bir anlam bıraktı, bıraksa ne olacak? Ya yüreğimizdeki, varlığımızdaki o büyük boşlukla titreye titreye, hayattan bir zevk almadan yaşayacağız ya da sarıldığımız o yeni anlamla, her yıkılan anlamda artan yalan yanlış olma ihtimalini de duyarak biraz güzelce fakat elimizdeki o anlamı da yıkacak yeni peygamberimizi bekleyerek günlerimizi geçireceğiz. Hiç umutla korku bir arada olur mu? Yeni bir anlamın peşinden koşarken, ona kavuşabilme umuduyla yaşarken, sarıldığımız ve sarılacağız tüm anlamların aynı derecede kifayetsiz olduğu gerçeği ile yüzleşme korkusunu aynı yürekte yaşatmak mümkün müdür?

Bırakın efendim yaşasınlar… Düşünmesinler, nefes alıp vermekle yetinmeyip yalnızca yaşasınlar; inanmadan, sorgulamadan yaşasınlar. Giderek büyüsünler, okuyup adam olsunlar, iyi mevkilere gelsinler, bürokraside veya ticaret camiasında dallanıp budaklansın insanlar. Elleriyle, kollarıyla değil emir erleriyle dokunsunlar, dalkavuklarıyla hissetsinler. Bir kadının koynunda yatarken ikisi arasına bu muazzam kuvveti koyan realiteyi düşünmesinler de manzaranın keyfini çıkarsınlar. Âşık olduklarında içlerinde hissettiklerinin kudretini ve manasını değil de verdiği azabı hissetsinler; böyle yapsınlar da azaplar lezzete dönüşebilsin, anlamın içinde olmanın verdiği boşluk duygusunu duyurmak yerine. Yalanlara inansınlar, hakikat gibi inansınlar içlerinde en küçük bir şüphe duymadan. Evlenip bir aile kursunlar da tabiatın bu yüzyıllardır sahnelenen piyesinde bir role soyunabilsinler anne-baba olarak ve sonra çocuklarının saçlarını okşarken yalnızca şefkati duyabilsinler. Her şeyde bir neden, bir sebep aramasınlar artık, mantıklı olmak denen şeyi bir kere atsınlar kafalarından. Basit, öylesine yaşamanın erdemini hayatlarının her dakikasında görebilsinler; bir kızı sevdiklerinde, tuttuğu takımlar maç kazandığında, evlerine yeni bir mobilya aldıklarında mutlu olsunlar, insanı yücelten böylesine küçük mutluluklardır.

Hayatta bir anlam arayıp duruyorsunuz, duruyoruz; korkum odur ki aradığımız şey hakkında pek az şey biliyoruz. Daha da fenası daha fazlasını bilmemiz de mümkün değil; zira hayat ince fakat uzun bir çizgi, her köşesini saptamak da imkânsız. Kısacası ne olduğunu bilmediğimiz, hatta var olup olmadığını bilmediğimiz bir şeyin anlamını tayin etmeye çalışıyoruz. Git gide körebeye benzeyen bir arayış, nereden geldiğimiz belli değil ki nereye gittiğimizi bilelim; kayıbız. Böylesine kaybolmuş bir halde de fena halde anlamsızız. Fakat teselli odur ki bu anlamsızlığımız için de herhangi bir anlam seçmekte de o kadar hürüz. Yeter ki oyunu kurallarına göre oynayalım, bu anlamın sınırlarını anlamsızlığın dışına çıkarmayalım, yalnızca yaşayalım. Gerekirse putperest olalım, ben yapmam ama gerekirse olmayacak şeylere tapalım. Mütevazı yaşamayı küçük görüp erdemle bilinçle sulanmış bereketli topraklara göç ederken, aslında o toprakların dünyanın her yerinden çorak olduğunu anlayanların, sonra kendini bu kuraklığa, bu yaşamsızlığa mahkûm edenlerin verdiği akıllara inanmayalım. Yalnızca hayatın bir köşesinden tutabilelim…

Sizinle kavga edecek halde değilim; pekala yanlışım, pekala eksiğim ama yaşayabilmenin huzuru içinde bunların hepsini unutabilecek bir kabiliyete de sahibim. Tek umudum ölüm gelinceye kadar yaşayamamak haricinde hiçbir şeyden korkmamaktır. Siz de rica ederim bana dokunmayınız; okuyunuz yazınız kitlelere ulaşınız, toplumda yerleşmiş tüm kalıpları yıkıp çığır açınız ama bana dokunmayınız. Gerçeklerden, doğrulardan ve erdemlerden dahi vazgeçtim yeter ki küçük heveslerime, aptalca hayallerime, hayata bağlanmış olduğum pamuk ipliğini elinizi sürmeyiniz. Hayatımı bir arayış olarak değil kendisi ne ise o olarak yaşamak istiyorum; her manayı paramparça ettiniz bari bunu bana bırakınız. Hiçbir şeyin hatırı yoksa yokluğun ve naçizane dostum anlamsızlığımın hatırına…

13 Aralık 2008 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Hürriyet kelimesini bugün sadece siyasi manasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manasını anlamayacaklardır. Politikada hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek insan onunla şöyle karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsın. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna sokaklara fırladık.

Nereden gelir? Nasıl birden bire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldı. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan, fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

Nihayet şu kanata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa artık beni ayıplayamaz, kendine ait lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmî nutuklarda adının anılması kafi geliyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Entsitüsü;
sayfa 24

11 Aralık 2008 Perşembe

KARANLIK ODA*17

Sokakta gördüğüm kadınlar, televizyondakiler, gazetelerdekiler, dergilerdekiler sana benzeyebilirler ama sen olamazlar. Senin gibi gülebilirler ama senin ağlattığın gibi ağlatamazlar. Hepsinde senden eksik parçalar vardır, sana en fazla benzeyen en fazla başkadır senden, seni hissedeyim diye dokunduğumda onlara, sana en fazla benzeyenlerde batar bana senden olmayanlar. Sensizlik seni yaşatır.

Gecenin köründe rastlanılan bir resim seni hatırlatır ama seni hissettiremez.

Yokluğun hüznü tamamlar, varlığın beni eksik bırakır.

Anlattıklarım nafiledir… Kelimeler bizi anlatmaz, bizi görünür kılmaz… Kelimeler yalnızca bizi gizleyebilir, bizi milyonlarca tarifin arkasına, bir sır olarak saklayabilir. Düşüncelerim benden bir parça değildir, sayfalarca kağıtlara dökülüp gidenler, kendi var oluşuma giydirdiğim giysilerdir. Bir fikrin etrafında kurulan cümleler, yalnızca hislerimi elle tutulur kılar, ona biçim verir ve onu başkalaştırır. Bedenim varlığımdadır, bendedir, onu ancak başkasına gösterdiğimde görünmüş olur, benim aynada kendime bakışım yalnızca başkalarının nasıl gördüğünü anlama çabası, onların gözündeki benim ucuz bir kopyasıdır. Fikirler de böyledir; onları yazıp okuduğumuzda kendi fikirlerimizle değil onların başkalarının gözündeki haliyle muhatap oluruz. Yazmak, anlatmak karşılıklı aynaların arasına geçip seyre dalmaktır; görüntü içinde görüntü gerçekle hayalleri birbirine karıştırır. Kağıt üzerinde hissiyatlar birer iyi dokunmuş fikre dönüşür.

Ben seni anlatamam; anlattığım yalnızca benim gözümdeki sendir. Senin suretini anlatırım, anlatır ve binlerce, milyonlarca tarif içinde seni görünmez kılarım. Beni dinledikten sonra seni görenler, seni değil benim hislerimi görürler; gözlerindeki donuk ifadeler, dudaklarındaki kıpırtılar, sabahki deniz gibi durgun ve serin sesin ancak benim kelimelerimdir. Şimdi dört bir yanım karanlıkta iken seni anlatmayan kelimelere seni katmaya çalışıyorum: Hayatta hiçbir şey sensizliği yenmek kadar zor değil.

8 Aralık 2008 Pazartesi

TERK-İ DİYAR


Her şey o kitabın yaprakları arasında bir papatya bulmamla başladı…

***

Bir varmış, bir yokmuş…

Siyah saçları, kömürkarası gözleri tüm hikayesini anlatan kızın biri, herkesten kaçmak için başladığı yolculuğun bir gecesinde, neresi olduğunu bilmediği bir ormanın içinde, kapkara bir ağacın altında açmış gözlerini. Üzerindeki yaprakları ve yolculuğun izleriyle tüm toz toprağı temizledikten sonra yavaşça ayağa kalkıp şöyle bir bakmış etrafına. Karanlığın hakimiyetindeki ormanın içine süzülen ay ışığı, siyah beyaz filmlerdeki gibi parıldarken, baykuşlar başta olmak üzere tüm yabanıl hayvanların sesleri, kum saatindeki kum taneleri olup dolmaktaymış manzaranın içine. Havada gezinen ellerine çarparken rüzgar, kızı doğanın her nefesinde bir ürperti esir alıyormuş. Ve kız minik adımlarıyla ilerlerken ormanda, tabiatın korkunç tablosu, her adımda biraz daha geriye kaçıyor ve saklanıyormuş. Ancak bu kovalamacayı, çalıların arasından fırlayıp birden kızın eteğine yapışan iğrenç bir yaratık bozmuş… Çirkinliği tüm karanlığa rağmen fark edilen bu yaratığın ağzından, dakikalar boyunca kıza yalvaran cümlelerden başka bir şey çıkmıyormuş. Kız, zihninde en anlamsız rüyalar karşısındaki kayıtsızlıkla beraber, içine dolan şaşkınlık ve korku ile izlemekteymiş yaratığı. En sonunda çığlıklar o denli büyümüş ki kız, ormandaki diğer yabanilerin de uyanmasından korkup kabul etmiş yaratığın teklifini ve beraberce yola koyulmuşlar.

Yabancının peşi sıra ormanın içine ilerleyen kız, attığı her adımda, biraz önce korkuyla izlediği tablonun bir parçası haline dönüştüğünü fark etmiş. Artık tüm korkularından ve düşüncelerinden sıyrılırken böylece, nihayet yaratığın evi olan kulübeye geldiklerinde, kendine bir rol seçmiş bu tablodan. Simsiyah gözlerine ve beyaz yüzünün tamamına yayılan bir umutla gülümsemiş aya, kulübenin kapısından gelen gıcırtı aralarındaki pamuk ipliğini koparıncaya dek. Yaratığın yalnızca kemikten ibaret ellerinin ittiği kapıda ise “KARANLIK ODA” yazmaktaymış.

İçeri girdiklerinde, şömineden gelen ışıkla beraber ormanın içinden süzülen soğuk havanın taşıdığı karamsarlık yok olmuş. Yaratık, hemen başına koştuğu ateşi harlarken kız, şöyle bir bakmış odanın içine. Çatıdan sızan yağmurla sararan duvarlardaki garip resimleri, şöminenin üzerindeki minik oyuncakları, herhalde yabancının yatağı olan sofayı gözleriyle keşfettikten sonra şöminenin dibindeki koltuğa oturmuş yavaşça. Karşısındaki yatağın üzerinde, nereden geldi bilinmez, kızın belki bir kömür parçasıyla çizilmiş resmi varmış. Elle, aylarca yıllarca uğraşılarak yapıldığı belli olan bir çerçeve ayırıyormuş bu resmi dünyadan. Yaratık, kamburundan şikâyetçi olur gibi sesler çıkararak nihayet işini bitirmiş ve sevgiyle, kendi resmine bakan misafirine gülümsemiş. Ardından, aklına aniden bir şey gelen insanlara has yüz ifadesiyle, kitaplıktan tozlarla kaplı bir kutu getirip koymuş kızın dizlerine. “Bu senin hediyen demiş” rahatsız edici sesiyle ve aynı yalvarmalarındakine benzer bir ses tonuyla devam etmiş “Susma hadi, konuş benimle, her şeyi anlat. Bu yolculuğunu, duygularını, düşlerini ve hayallerini anlat. Kimseye söylemem söz, hatta senden bile saklarım onları; sen söylemedikçe bahsetmem sana onlardan. Ama yeter ki anlat kendini bana… Ne olur anlat.”

Yaratığın, odaya hâkim huzuru için için kemiren sesi kesildiğinde kız, elindeki tozlu kutuya bakmaktaymış. Önce ufak, beyaz elleriyle temizlemiş kutunun kapağını ve ardından üzerindeki kurdeleyi çözüp kapağını kaldırmış. Kutunun içinde her biri ayrı renkten kâğıtlarla paketlenmiş bir sürü çikolata varmış… Kız, mavi paketlerden bir tanesini açarak başlamış bu saatlerce sürecek ziyafete ve çikolatanın tadı damaklarına yayılırken, bir masal anlatmaya başlamış yaratığa. Gece ilerledikçe şöminedeki ateş büyüyüp tüm odayı ışıkla doldururken, yabancının çirkin maskesi yırtılmaya başlamış ve kızın dudağından dökülen her kelimede, her cümlede yabancının güzelliği artmış. Sabah olduğunda, yabancı, yatağının hemen üzerindeki pencereyi açarken, o denli masal birikmiş ki hafızalarında onları düğümleyen anlamsız tesadüfü dahi unutmuşlar.


***

Ve aslında bütün masallar, içinde gizledikleri olanca sırrı “bir varmış, bir yokmuş” diyerek en baştan anlatırlar bize. Geri kalan tüm şeyler ise aslında teferruattır…

Masal demek terk-i diyar demektir… Kişi kendi ruhu gibi sahiplenir fikirlerini ve anlatır kelimelerle. Ama ya bir gün olur da ellerimizdeki kelimeler yetmezse hissettiklerimizi anlatmaya, ya kelimelerimiz katılaşıp soğudukça birer düşünceye işaret eder olursa, ne yaparız o zaman? Kelimeler daha çok hissettirsin diye yeni kelimeler uydursak mesela, mümkün mü böyle bir şey? O zaman diğer anlatılar gibi öznel olup kendi içine çekilmez mi onlar? Tek yol kelimelere yeniden anlamlar vermek, kelimelerden bir dünya yaratıp o dünyaya göre kullanmak kelimeleri; gerçekliği terk etmek nasıl fikir peki? Öyle yaparsak da bir masal yazmış olmaz mıyız zaten? Masalın içindeki sır sanırım peşinen “bir varmış, bir yokmuş” demek, diyebilmek. Aklımızın bize anlattığı bu masallar gözlerimiz kapalıyken varmış da ve tüm onlar o zaman anlamlıymış da gözlerimizi açtığımızda hepsi yok olacakmış gibi aynı… Ama bu sırrın tadına varamayanlara göre de değersiz hepsi tabii. Ben bir peri kızını anlatırken sen kendi sevdiğini düşleyebiliyor musun, onun benzersiz güzelliği yansımıyor mu kelimelerden gözlerine? Eğer yansıtabiliyorsam varsın öyle olsun...

Sen gerçekten ne hayır gördün ki, “gerçek budur” dediğinde bunu kime anlatabildin ki? Çekiştirilip durdular en fazla, oysa masalsılar yakıp attı fikirlerin boğuculuğunu. Sıkışınca “masal bu ya işte” deyip geçtik. Sanmam bir düşünce bir masal gibi dilden dile anlatılabildi böyle… Sen de rüyaya yat o zaman, bırak anlatılanlar bir masal olsun. İçinde bu hayattan, en azından senden bir parça var ya, onu hissedip hissettirebiliyorsan yeter de artar bile...
....................................
*fotoğraf fotokritik'ten denizlerin adlı kullanıcıya aittir, bir papatya...

SE7EN


sadece böyle boktan bir dünyada onlara masum deyip yoluna devam edersin. ama mesele bu. her sokak köşesinde, her evde ölümcül bir günah var ve görmezden geliyoruz. görmezden geliyoruz çünkü kanıksadık. havadan sudan şeyler gibi sabah,öğle,akşam görmezden geliyoruz.
john doe...
...
Kurban bayramınız kutlu olsun...