30 Temmuz 2009 Perşembe

TANPINAR ÜZERİNE BİR DENEME...

Edebiyatımızın nevi şahsına münhasır ismidir Ahmet Hamdi Tanpınar; belki de onu bir çırpıda özetlemenin en iyi yolu bu ifadeden geçer. Bununla beraber onun kendine has şiirsel üslubunu, metinlerindeki çok boyutluluğu, işlediği konuların derinliğiyle Türk edebiyatının sonraki nesilleri üzerindeki muazzam etkisini dillendirirsek onun bu müstakil şahsiyetinin öne çıkan yönlerini de göstermiş oluruz. Fakat Ahmet Hamdi’yi hakkıyla anmak için sadece bu sıfat, bu betimleme yeterli olur mu; elbette ki buna olumlu cevap vermek zor. Fakat hiç değilse tamamlanmış ve tamamlanmamış eserleriyle karşımızda; bu eserleri iyi değerlendirmenin, şahsiyetini hayatın her sathına yaymış bu insanı, tüm zorluklara rağmen daha yakından tanıma fırsatı verdiğini düşünüyorum.

Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü; Bilinen Tanpınar…
Her büyük yazarın kendisiyle özdeşleşen bir eseri vardır muhakkak; bu eserler, yazarın karakteristik özelliklerini yansıtabileceği gibi, yazarın diğer eserlerinin yanında aslında alelade bir konumda da bulunabilirler. Bugün Tanpınar denildiğinde akla ilk önce Huzur, ardından Saatleri Ayarlama Enstitüsü gelir. Peki, bu iki romanın benim gözümde yazarın külliyatında işgal ettiği yerler nelerdir?

“Zaten Boğaz’da her şey bir akisti.
Işık akisti, ses akisti; burada insan bile
zaman zaman bilmediği bir şeyin aksi
olabilirdi.” ~Huzur
1948 yılında tefrika edilen, 1949 yılında kitaplaşan Huzur, benim Tanpınar’ın okuduğum ilk kitabıdır. Mümtaz ve Nurhan’ın aşk hikâyeleri etrafında kurgulanan romanda, bu hikâyenin altına aslında başka bir açıdan, Mümtaz’ın şahsiyetini biçimlendirme, bireysel ve toplumsal olarak hayattaki duruşunu belirleyebilme mücadelesi anlatılır. Bu yüzden sorgulamalarla sıkça karşılaşılan kitap da gözümde birkaç yönüyle parladı. Bunlar uzun uzadıya yapılmış psikolojik tahliller (~gerek bireye, gerek topluma ilişkin olanlar) şiirsel anlatım, Doğu ve Batı meselesi şeklinde özetlenebilecek medeniyet meselesine ilişkin tespitlerdi. Tüm bunlarla harikulade bir eser olan Huzur, dürüst olmak gerekirse, belki de eseri etraflıca değerlendirebilecek yetkinlikte olmadığımdan, üzerimde roman olarak şaşırtıcı bir etki de yaratmadı.

Tanpınar’ın okuduğum ikinci romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür ki her ne kadar Tanpınar, bilhassa lise edebiyat derslerinde Huzur romanıyla özdeşleştirilse de bu kitabın kendisinin en kaliteli eseri olduğunu düşünüyorum. 1954 yılında tefrika edilen ve nihayet 1961 yılında, Tanpınar’ın ikinci kez elinden geçerek yayımlanan bu romanda Hayri İrdal adlı karakterinin sıra dışı akıbeti aktarılır; ancak bu sıra dışılık masalsı olmaktan ziyade ironiktir. Hâlihazırda Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Huzur’dan ayıran en büyük özellik de budur zaten… Hayri İrdal aslında Mümtaz gibi, Behçet Bey gibi, Cemal gibi bir içe dönük karakterken Tanpınar ona diğer eserlerindeki karakterlerden farklı olarak dışından yaklaşmış, olayları diğer eserlerindekinden daha ustaca bir kurguya oturtarak klasik roman çizgisine daha çok yaklaştırmıştır. Belki de Tanpınar tarafından yeniden elden geçirilmesinin artısıyla, bir bütün olma açısından Saatleri Ayarlama Enstitüsü Huzur’dan daha fazla romandır ve Tanpınar’ın edebi şahsiyetini ortaya koyar; Huzur bu bakımdan birazcık eksik kalır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanpınar’ın karakteristik özellikleri olan zaman fikrinin, ironinin, nesnelere bir insanmışçasına yaklaşmanın, toplum ve insan psikolojisine derinlemesine bakışın tüm güzelliklerini taşıdığı bir eserken, Huzur daha ziyade yazarın diğer eserlerindeki şiirsellikten izler taşır. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde toplumun ve insanın karakterinde hiç fark etmeden taşıdığı ironiyi doğrudan gözlerimizin önüne sererken, bilhassa Mübarek’in ve İsprizma Cemiyeti’nin anlatıldığı bölümlerde insanın içinde büyük kahkahalar doğurur ki bu ve benzeri bölümler romanın çoğunluğuna yayılmıştır. Oysa okuyanların ayırt edebileceği üzere Huzur çok daha ağır başlı ve daha ziyade sükûnetin hâkim olduğu bir romandır.

“Ve ben yalnız, odada, başım
iki elim arasında şaşkın ve
budala ‘Beethoven, Nietzsche,
…, Schopenhauer, psikanaliz’
diye tekrarladım. Ah kelimeler,
isimler ve onlara inanmanın
saadeti…” ~Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Şimdi burada bir virgül koyup değerlendirmek gerek… Gerçekten de Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanpınar’ın her bakımdan ön plana çıkmış eserleridir, fakat bu bir tesadüf değildir. Tanpınar’ın diğer romanları Sahnenin Dışındakiler ve Mahur Beste (tamamlanmayan Aynadaki Kadın ve Ayna kitaplarını dışarıda bırakırsak) ile hikâye kitapları Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Yaz Yağmuru da göz önünde bulundurulduğunda aslında yazarın iç içe geçmiş iki farklı üslubunun bulunduğu sonucuna ulaşılabilir; Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar külliyatı içinde bu bakımdan birer fenomendirler. Huzur’un temsil ettiği kanatta, daha ağır başlı, dili daha şiirsel ve tür olarak değerlendirildiğinde romandan daha ziyade Çehov tarzında yazılmış uzun hikâyeleri andıran eserler bulunur ki Sahnenin Dışındakiler ile Mahur Beste’yi bir çırpıda bunun örnekleri içinde saymak mümkündür. Ayrıca hikâye kitaplarındaki çoğu hikâye de bu kategoriye dâhil edilebilir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ise klasik romanın özelliklerine daha yakındır, ayrıca biraz önce bahsettiğim gibi ironinin had safhada olması yazarın bu kategorideki eserlerinin ortak noktasıdır ve Tanpınar, bilhassa Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Evin Sahibi gibi hikâyelerinde bu üslubu daha ön planda sunmuştur. Kısacası tek bir adamın içinden çıkan iki ayrı yazardan bahsetmek, söz konusu Tanpınar ise çok da abes olmayacaktır. Fakat Tanpınar her ne yazarsa yazsın boş yazmamış ve her kelamında ayrı bir edebiyata can vermiştir; ben şahsen ilginç bulduğum iki yapıta değinmek istiyorum.

Mahur Beste ve Tanpınar
Tanpınar’ın her ne yazarsa yazsın boş yazmamış ve her kelamında ayrı bir edebiyata can vermiş olduğunu söylemiştim; bunun bizi götürdüğü sonuç onun her eserinin ayrıca incelenmeye değer olmasıdır; bunu bilhassa diğer eserlerine nazaran geri planda kalmış Mahur Beste ve hikâyeleri için söylemenin elzem olduğunu düşünüyorum. 1945 yılında tefrika halinde yayımlanan, nihayet 1975 yılında bir bütün halinde basılan, aslında roman olarak kabul edilebilmesi bile güç Mahur Beste’de, benim bir örneğini daha görmediğim bir tarzda, çok ilginç bir biçimde, romanın akışı olaylara değil kişilere bağlanmıştır. Ortada gelişen bir olay yoktur, kitabın ana karakteri olan Behçet Bey’in vaziyeti, onun muhayyilesine tesir etmiş kişilerin hikâyeleriyle anlatılır. Bu, romanın yazarın kalemiyle açılan bir kapıdan eve girer gibi açılmasıdır; kişilerle beraber biz Behçet Bey’in hane-i şahsiyetinin odalarını teker teker ziyaret ederken, belki de onu hiç tanıyamayacağımız kadar iyi tanırız. Zaten Tanpınar, kitabın sonunda birinci ağızdan Behçet Bey’e yazdığı mektupta bizzat bunu dillendirir.

Freud ve Bergson’un beraberce
paylaştıkları bir dünyanın
çocuklarıyız. Onlar bize sırrı
insan kafasında, insan hayatında
aramayı öğrettiler.” ~Mahur Beste

Tanpınar’ın Behçet Bey’e yaklaşım tarzına ilişkin bir bilgi aradım ancak bulamadım; yapılan çözümlemelerin ise daha ziyade teknik olduğunu gördüm. Burada aslında Tanpınar’ın farklı bir yaklaşım yöntemi geliştirdiğini düşünüyorum. Okuduklarım arasında Orhan Pamuk’tan Sessiz Ev, Adalet Ağaoğlu’ndan Bir Düğün Gecesi gibi romanlarda buna benzer bir yapı olsa da, onların bilinç akışı tekniği ile, yani yazarın hadiselere içeriden baktığı bir gözlemle yazıldığını biliyoruz. Benim bu tarzda okuduğum tek roman ise Oğuz Atay’dan Tehlikeli Oyunlar… Behçet Bey muhterem pederi İsmail Molla Efendi’nin, Atiye Hanım’ın ve bir yığın karakterin hikâyeleriyle bize dolaylı olarak anlatılırken, Tehlikeli Oyunlar’da bu kez Hikmet Benol, Sevgi, Bilge, Hüsamettin Tambay gibi karakterlerin hikâyeleriyle anlatılmıştır. Psikolojiye ve bilhassa devrin modası olan psikanalize kafayı fena halde takmış olan Tanpınar’ın, romanı yazarken seçtiği bu kurgu da aslında psikanalizin bir nevi romana giydirilmesidir. Daha önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Hayri İrdal’ın hikâyesinde bu tekniğe değinen Tanpınar, bu kez ironiyi bir kenara da bırakmıştır üstelik. Aynı hevesin Oğuz Atay’da dolaylı olarak belirdiğini düşünüyorum.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Tanpınar
Tanpınar’ın bir diğer ele alınması gereken eseri ise işte bu hikâye: Abdullah Efendi’nin Rüyaları. Yazarın 1943’de aynı adlı kitabında yayımlanan bu hikâyesinde, Abdullah Efendi’nin bir gece boyunca gördükleri anlatılır fakat yazar betimleme yeteneğini öyle iyi kullanmıştır ki görülenler rüya mıdır gerçek midir, ayırt edilemez; zaman zaman kısalan cümleler ve somut ifadelerin birkaç cümle hemen sonrasında karşımıza çıkan uzun uzadıya betimlemeler ve ağdalı dil, Abdullah Efendi’nin gözünden hayalin ve gerçeğin ardı ardına birbirlerinin yerine geçmeleridir. Bu şekilde, toplam ondan biraz fazla sayfadan oluşmuş bu hikâye yazarın en yetkin eserlerinden biri olur. Tanpınar’ın şahsiyetinin müzmin rahatsızlıklarını en güzel biçimde anlatan bu hikâye, toplum içinde yalnızlaşan bireyin gözünde toplumun kendi içindeki alelade işleyişinin bir anda nasıl çirkinleştiğini gözler önüne serer. İnceden inceye işlenen sahneler, muhayyiledeki kırılmalar ve nihayet yazarın kendi vücudunu lokantada bırakıp gezinmeye başlamasıyla hikâyeyi istila eden grotesk öğeler, metnin can damarlarını oluşturur.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nın onu özel kılan yönlerinden biri Tanpınar’ın, biraz önce iki ayrı üslup, tek yazar şeklinde özetlediğimiz edebi şahsiyetinin tüm değerlerini kapsamasıdır. Öyle ki bu öykü için Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar bütün, Huzur kadar şiirsel demek mümkündür; romancının dili, üslubu, kurgusu ve tespitleri her bakımdan bu hikâyede bulunabilir, bu yüzden en az Huzur kadar munis, Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar ciddidir.

***

Tanpınar’ı anarken kullandığım ilk ifadenin, yani onu nevi şahsına münhasır olarak anmanın dahi, yazarın renkli karakteri yanında fazlasıyla basit kalacağını söylemiştim. Belki de onu tanımanın en iyi yolu eserlerini tekrar ve tekrar okumaktan geçer. Ne yazık ki hiçbir zaman yazmak için yeteri vakti olmayan Tanpınar, tarz ve kıymet olarak kendisine yakın birçok yazar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali gibi ardında yeteri kadar eser bırakmadan aramızdan ayrılmıştır. Yazdığı birçoğu sonradan derlenmiş eserlerinin edebiyatımızdaki tesirini düşündüğümüzde, hayatının otuz-kırk yılını yazmaya ayıran bir Tanpınar’ın erişeceği noktayı tahayyül etmek çok da zor değil…


28 Temmuz 2009 Salı

İNSANLIK TARİHİ


"Evlat, bize göre değil bu masallar
Aynaların içinde dahi türlü ızdırap, vehim ve efkâr…"
Defterlerden


Dünya üzerinde kimsenin bilmediği kuytu bir zamanda, o zamanın gölgesinde uyuyakalan insan, gözlerini bir kiraz ağacının altında açtı ve uysal maviliğiyle boşlukta genişleyen gökyüzü düştü gözbebeklerine. Sersem etrafını izledi önce gökyüzünü yutan bu parlak gözlerle, ışığın derinliğiyle kamaşmışlardı. Bu yüzden uzun bir süre dünyayı olduğu gibi göremedi; bir türlü berraklaşmayan suretlerin eksikliğini dinleyerek, koklayarak ve tadarak kapatmaya çalıştı. Korkunç çalıların yollarını kapattığı ormanların içine yürürken ıslak ve yağmur kokan çimenlere dokunuyor ve de dinliyordu, rüzgârların ağaçların dallarında gezinişi veya bir yabani kuşun söylediği şarkıyı. Şarkılar dünya üzerinde insandan önce gezinen kahraman nesillerin hikâyelerini anlatıyordu çoğu zaman ama bir aşk hikâyesini veya herkese ibret olması gereken bir neslin talihsiz akıbetlerini de anlatan şarkılar duyulabiliyordu. Kuşlar hiç susmazlardı. İnsan da ağaçların arasında, güzel şarkılar söyleyen kuşların peşinden dolandı.

Duyulan taze bir heyecana eşlik eden harikulade bir ezgiydi bazen. Kimi zaman da kuşların dilindeki eski zaman masallarıydı; kuzey ülkelerinin unutulmaz kahramanları ve nehirlerin, göllerin sadık bekçileri peri kızları, bu şarkılarda gökyüzünde apayrı bir surette doğuyorlardı. Lacivert gökyüzünü süsleyen bulutların tatlı kavisleri güzel kraliçelerin çıplak kalçalarını, yıldızların pırıltısı ölümsüz kahramanların cesaretle yanan gözlerini anlatıyordu. Üzerine titriyordu masallar insanın; fakat korkutmuyorlardı, saygı uyandırıyorlardı. Ama her nedense böyle şarkıların çoğu orta yerlerinde kesilir ve sessizliğinden yeni bir şarkı doğardı. O zaman da insan o kuşun olduğu ağaca doğru, sesi daha duymak için, var gücüyle koşuyordu. Durup soluklandığında ise ormanın taze kokusu diline değer, bir çam ağacının tadını duyardı dilinde. Hissediyordu. Bu sesler, kokular, tatlar ve kamaşan gözlerde ancak bir gölge gibi salınan suretler o denli silikti ki bir şey düşünmesine imkân da vermiyordu; bu yüzden ancak hissediyordu insan, hiçbir şey düşünmeden hissediyordu ve hisler, insan lezzetlerin uhrevi sarhoşluğuna teslim olmuşken bilmezliğin karanlığındaki göğsünden billur bir ırmak gibi kayıyordu. İnsanın yüzlerce yılı ormanda ağaçların, kuşların, tilkilerin ve kurtların, sonra ayıların, sakin rüzgârların ve geveze kuşların, mantarların, böceklerin ve sineklerin, solgun güneş ışığının ve değdiği her bir nesnede daha da uzaklaşıyormuş gibi görünen mehtabın arasında, böylece hiçbir şey düşünmeden geçti. Yalnızca o güzel sesli kuşların takibindeydi. Baykuşun yaşlı sesinde bir asalet vardı, dua okuyan yaşlı keşiş gibiydi; mehtap sedirlerin uzun boyunlarına bir gerdan gibi asılıp kalır ve karanlık geceler boyu bu gizemli kuş, rengi sarıya çalan gözlerle ağaçların üzerinden ormanı izler, arada bir duyulan kesik çığlıklarla ahkâm keserdi. Müstesna ötüşleri alelade olması muhtemelken bu gizem duygusuyla kıymetleniyordu. Kırlangıç ise ormanda ağaçtan ağaca gezinirken tatlı şarkılar söyler, gezinir, ürkek bakışlarla ormanı izler ve kendince oyunlar oynardı. Küçük gagasından duyulan nağmeler ve bakımlı bir elin ipeğe dokunuşu gibi gökyüzüne uzanan rengârenk ve parlak kanatlarının küçüklüğü ile çekici ve munisti. Başka başka kuşlar da vardı… Azametli şahin ormanın üzerinde gezinir ve buyurucu, korkunç çığlıklar atardı. Güzel ardıç, dalların arasında salınırken, insan, ormanın bütün sakinlerinin dikkatinin onda toplandığını biliyordu; kendinden emin ve mağrurdu. Bakışları bile hemen teslim olur cinsten değildi. Ve ormanda bu seslere eşlik eden birçok ses vardı: bülbüller, guguk kuşları, bet sesleriyle kargalar ve mezar nefesli akbabalar, cazibeli sesleriyle alaycı kuşlar… İnsan bunca ses içinde hangi sesi takip edeceğini karıştırır ve bazen şaşkın, ormanın içinde oradan oraya gezinirdi, kendini bilmez.

Fakat zamanın durgunluğunun da, bu dur durak bilmeyen takiplerin de bir sonu geldi. Mevsimler birbirini takip ediyorken bu akışta, zaman o denli uzadı ki geleceğe doğru artık gece ile gündüz arasında pek bir fark kalmadı. İnsan yeryüzünün üstüne, hiç gitmeyecekmişçesine örtülen bu grili mavili turunculu yorgandan, bu ebedi tulû halinden bir yandan ürküyor, bir yandan belki de birkaç dakikaya aydınlanacak günün heyecanını yaşıyordu. Ne var ki tüm heyecanla boşunaydı; zaman kendini tekrar edişlerin ruhuyla sarkmaya devam ediyordu; ötücü kuşlar yine şarkılarını söylüyor, kurşuni bulutlar yine yağmurlar getiriyor, orman yaşıyor ve fakat zaman da sürekli sonsuza sünüyordu. İnsan bu hareketli gözüken bu durgun varoluşta bir kenara çekildi ve izlemeye başladı, bu izleyişi can sıkıntısı dolu günlerin ardından büsbütün bir hikâyeye tamamlanacaktı…

Gümüş boyunlu, mavi kuyruklu sırça kuşu, aslında sesiyle değil ıslak havaya düşen sıcaklığı ile belirdi en önce; taze dinen yağmurun ıslaklığını döven yumuşak rüzgârlar vardı havada. İnsan bir ağacın altında bir sabah, bir akşam olan gökyüzünü seyrederken, o ağacın dallarından birine kondu ve yanan gözleriyle etrafı izlemeye başladı, tedirgin. Başını hızlıca bir bu tarafa, bir o tarafa çevirip duruyordu. Avuç içinden ufak başının iki yanında, ismini aldığı, içi siyah şarapla dolu iki küçük kadeh vardı; uzak ülkelerin krallarının bahar aylarındaki şenlikler için bin bir özenle yetiştirdiği üzümlerden siyah şaraptı gözbebekleri. Tedirgin savruluşlarıyla titriyorlardı. Bir an önce yukarıya bir yerlere baktı sırça kuşu, boynundan başlayan ve kuyruğunda biten mavi desenler ışıkta yanıp söndü. Sonra başını eğdi ve şarkısına başladı. Anlattı… En çok da çöl masallarını anlatıyordu; âşıkları, aşkı hiç kimsenin duymadığı kadar sıra dışı yaşayanları, mesela âşık olduğu cariyesini her gece görebilmek için sefere çıkmayı unutan hükümdarları ya da yârine haber göndermek uğruna tüm servetini bohçacı kadınlara yediren beyzadeleri, ay ışığının haleldar aksini kuyunun dibinde bir daha görebilmek için günlerce gözünü kırpmadan bekleyen ve sonunda kör olan şaşkın talebeyi anlatıyordu. İnsan diline esrarengiz masallar dolamış bu kuşun mu yoksa onun diline doladığı esrarengiz masalların mı tutsağı oldu bilemedi; lakin ona tutulduğunu, o güzel şarkıları her gün duymak istediğini hissediyor ve derinden gelen bir sesle, sonu gelmeyen sabahlarda onun peşinden koşuyordu. Ve sonunda sırça kuşu da aşka gelmiş olacak ki en güzel masalını söylemeye başladı… İnsan o ağacın altında, kuş insanın elini uzatsa yakalayacağı kadar yakınında bir süre kıpırdamaksızın durdular. İnsan gün yüzü görmemiş hayallerin ılık koynunda uyuyakaldı, oracıkta.


***

Yaşlı bir adam vardı rüyasında; mavi entarisini odanın kirli zeminine yayarak pencerenin kenarındaki derin bir koltuğa oturmuş, bir işlerle meşguldü. Tavandan neredeyse yere kadar uzanmış ipin ucunda parlak bir kandil asılı durmakta, elinden geldiğince simsiyah odanın içini aydınlatmaktaydı. Etrafında, insanın ormanda gördüğü kırmızı kelebeklerden biraz büyükçe peri kızları uçuşmakta ve kandilin göğsünden topladıkları boncukları o yaşlı adama vermekteydiler. Bu mavi, lacivert ve siyah, sarı, turuncu, pembe, kırmızı ve mor boncukları, upuzun bir ipliğe dizmekteydi adam. Yorgun elleri, odanın dört bir yanından gezinip gelen, belki de yüzlerce metre uzunluğundaki ipliği kavrıyor ve boncuklarla işliyor ve de yaşlı adamın dudaklarından sabah yeli gibi ince, tuhaf, mistik sözcükler dökülüyordu. Ne söylediğini anlamak zordu, bu yüzden insan çekinerek yaklaştı ona. Yaşlı adam onu hissetmiş gibi gözlüklerinin üzerinden etrafına bakındı ama insanı da göremedi, bakışlarındaki boşluktan bunu anlamak mümkündü. Bir şekilde ondan uzak durmasını öğütlüyordu bu bakışlar sanki… İnsan daha da yaklaştı. Yaklaştıkça adamın tuhaf bir heyecanı duyumsadığını, giderek daha çok titreyen ellerinden anladı. İnsan meraklandı. Eprimiş kumaşın yılgınlığındaki bu ellerin dokusunu, sonra odanın loşluğunda parıldayan boncukların tadını, ipin keskinliğini, dudaklarındaki kelimeleri merak etti, duymak istedi. Ellerini uzattığında kocaman bir çığlık attı adam. Elinden boşanan ipliğin üzerinden saçılıyordu boncuklar, yere çarptıklarında korkunç bir ses çıkartıyorlardı. İnsan, yaşlı adamın yüzündeki korku dolu ifadeden, eskisine nazaran şimdi korku ve panikle daha fazla titreyen ellerinden, hayret dolu çığlıklarından ziyade o boncukların zemine vururken çıkarttıkları tok sesten rahatsızdı. Bu rahatsızlığıyla o da yıkılıp kaldı.

***

Gök gürültüsüyle uyandı insan rüyasından; gâh uzakta bir yerlere, gâh ormanın tam göbeğine düşen yıldırımlarda, ormanın kendine has sükûnetini parçalayacak bir kudret, o patlayan ışık ve ses vardı. Karanlık ve suskunluk boydan boya yarılırken orman tümden çıplak kalıyordu. Bu ağaçların, onların gövdelerine tutunmuş yosunların ve mantarların, bir ok ucu gibi boşluğa uzanmış rutubetli yaprakların, o çiğ toprağın ve çamur kokusunun, onun içinde neşeyle dans eden kurtçukların ve sülüklerin, vızıldayan sineklerin gözünden nasıl kaçmış olacağına şaşırıyordu insan ve ormanın bu iki yüzünün aynı olacağına inanmak istemiyordu. İnsan şaşkındı, boş gözlerle bakıyordu etrafına… Korku dolu yüreği kuşların şarkılarını da çoktan unutmuştu. Koşmaya başladı; kulaklarını yırtan sesten de, tenini döven yağmurdan da, bakışlarına dolan arsız ışıktan da tiksindi ve zihnine yığılan firar fikriyle, oysa nereye gittiğini de bilmiyordu, koşuşturdu. O kaçmak ve kurtulmak istedikçe duyularının keskinleştiğini hissediyor ve daha da hızlanıyordu; nihayetinde bir aydınlığa serinmiş yolu takip ederek garip suratlı ağaçlarla zebanileri andıran çalıların gizlediği küçük bir kulübe buldu. Tabiatın tekmil feryatlarında ve kendini bilmez ışık oyunlarında karanlıkta kalmış, huzur timsali odanın bir kurtuluş olmasıyla umutlandı. Tenini yırtan dikenleri bile aldırış etmedi; omzunu parçalamak pahasına kulübenin yaşlı kapısına yaslandı, içeriye kapıyı kırarak girdi. Odanın içinde yalnız kaldığı zamanlar bu zorlanışın bir ikaz olma ihtimalini düşünecek ve tenindeki sıyrıkları efsanevi bir zaferden arda kalmışlarcasına sevecekti.

İnsan o geceyi karanlıkta, ama içinde hissettiği duru bir mutlulukla geçirdi; kendini hiç olmadığı kadar yalnız ve biçare hissettiren dehşet tablosunun hatırası silindikçe aklından dinginliği de derinleşiyordu. İçindeki duygu ne çılgıncaydı, ne de şen kahkahalar doğuracak kadar coşkuluydu; bu mutluluk emniyet duygusunun doğurduğu tuhaf, serin bir histi, insanın göğsünü genişletiyor ve tatlı bir yemiş gibi tadını yavaşça yayıyordu. Bağımlılık yarabilmesi mümkündü; fakat ferah bir nefes gibiydi ve güzeldi. Bu mutlukla pencerelere vuran yağmur da dahi gizli bir ahenk bulmak, onu bir keyif nesnesi haline getirebilmek mümkün olabilirdi, ne var ki sabah yine her şeyi yeni baştan yarattı.

Sabah hiç görmediği kadar büyük bir aydınlık ile geldiğinde insan, içinde yeniden doğurduğu mutluluğun tesiri ile değil, gece boyu her yıldırımda ve rüzgârın her çığlığında yüreğine nöbetler halinde çarpan kasvetin etkisiyle gözünü dahi kırpmamıştı. Kulübenin pencerelerini zorlanarak açarken, bu yüzden bu parlaklığı uykusuzluğun yarattığı o yalancı tazeliğe bağladı. Ama vaziyetin bambaşka olduğunu anlaması uzun da sürmedi; evet, dün gece vücudunda bir mucize daha peydahlanmıştı, gözleri şimdi her şeyi daha iyi görmekteydi. Ormanın içinde dolaşırken bunu tekrar ve tekrar tecrübe etti; karlarla örtüldüğünde şefkatli bir ele dönüşen ağaç dallarını, yemyeşil çimenleri, kuşları –rengârenk tüyleri ve güzel sesleriyle bütün o ötücü kuşları- gördü. Eskiden boşlukta bir hayal gibi gezinen ve suya düşen bir damla boya gibi genişleyen, genişledikçe derinleşen, gerçeğin ellerinde bir serap olan tüm suretleri eskisinden daha da açık, oldukları gibi görüyordu. Bu sertlik bir kez daha korkuttu onu, hiçbir nesne eski yumuşak hatlarında belirmiyor ve o yumuşaklığın yarattığı derinlik duygusunu yaratamıyordu. Asıl şimdi oldukları görünen tüm bu canlılar bu hatları belirgin, keskin halleri ise, tuhaftır, eski hallerinin ucuz bir kopyası gibi duruyordu. Belirsizliğin o lezzetli hali kaybolmuş, her şey sınırlarında, o sınırlı vücutlarında yavanlaşmıştı.

Hayal kırıklığı ile dolaştı insan ormanda; gerçeğe yenilmişti adeta. Kaybetmeye mahkûm birini çağrıştırıyordu, mücrim gibiydi. Kulübesine dönmek ve bir kez de ormanın bu halinden kurtulmak istedi. Kendini bitkin yatağına attığında ağzından göğsüne doğru sokulan hayali bir eli hissetti, ilerliyordu karnına doğru. O denli çaresizdi ki karşı koyamadı, ellerini iki yanına açıp teslim oldu; içten gelen bir gülüşe veya ağlamaya ve de kadere teslim olur gibi şuursuzdu. El içine ilerledikçe tüm tabiatın ve kelimelerin, yoksul mazisiyle hatıralarının yeni halleriyle, yani insanın nihayet olduğu gibi görebildiği halleriyle içine doğru itildiğini duyumsuyordu. İçi genişlemekteydi. Bir an durduğunda el, tüm dünyayı yutabileceğini düşündü insan; evet, yutabilirdi, her şeyi olduğu gibi karnına sığdırabilirdi. Büsbütün teslim oldu, bu kez iştahla. Ağaçları, çalıları, çimenleri, kuşları ve diğer hayvanları, onların seslerini, güneşi ve onun ışığını, yağmuru, bulutu ve ebemkuşağını, masmavi gökyüzünü ve karanlık geceyi, mehtabı, toprağı, madenleri, çamurları, nehirleri ve nehirlerin şekillendirdiği kayaları, çakılları yuttu; hepsini kendi içinde bir yere koydu. Koyacak yer bulamadığı, anlamlandıramadığı rüyalarını da ya dışarıda bıraktı ya da kustu; rüyasında gördüğü o yaşlı adamı, rengârenk boncukları ve ipliği kustu. Karnında taze bir dünyanın doğduğunu hissettiğinde düşünceli ve mağrur, biraz da yorgundu. Kendi karnına çekilip geceler boyunca uyudu.

Uyandığında kulübesinin kapısını yavaşça araladı, içindeki dünyada mutluydu. Etrafına bakındı, içinde her şeye rağmen inanca dair bir açlık hissetti. Doldurulamaz bir boşluktu bu ve yeryüzünün tüm rüzgârları bir olup bu boşluğa doluyor ve üşütüyorlardı insanı. Bu üşümelerde histerik titremelerin tesirindeki insan, elini kaldırmaktan bile aciz, küçük, sevimsiz bir yaratıkken, mecburen kendi içine doğuyor ve dünyasına, ormana baktığında içindeki dünyadaki mutlulukla güzelleşip, korkuyla çirkinleşen, riyakâr ikinci bir âlem görüyordu. Bu âlemin iki suretinin arasında, boşluktan akan mürekkepten bir ırmak vardı.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

VEDAT ABİ


VEDAT OKYAR
1968 - 1976
253 Maç

12 Temmuz 2009 Pazar

KARA KİTAP


“Öyle ki sırf bu heyecanla on beş yıldır ilk defa bir buluşumu bütün ayrıntılarıyla kanıtlayan bir yazıyı kaleme alıp yayımlatmayı düşündüm; ama hemen de kararımdan vazgeçtim. Çünkü yaşadığımız hayatın bir başkasının düşü olduğunu kanıtlamanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini de biliyorum artık.”

Kuş uçmaz kervan geçmez bir Doğu Anadolu dağına yerleşerek iki yüz yıl boyunca kendilerini Kafdağı’na götürecek yolculuğun hazırlığını yapan Zehriban aşiretinin hikayesini anlattı sonra Saim. Hiçbir zaman çıkamayacakları bu Kafdağı’na yolcuğuluk düşüncesinin üç yüz yirmi yıl önceki bir rüya kitabından alınmış olması ya da bu gerçeği kuşaktan kuşağa sır gibi taşıyan şeyhlerin zaten Kafdağı’na hiç gitmemek için Osmanlı’yla anlaşmış olması neyi değiştirirdi ki? Küçük Anadolu kasabalarındaki sinemaları pazar öğleden sonra dolduran erkeklere, seyrettikleri tarihi filmdeki yiğit Türk savaşçısına zehirli şarap içirmeye çalışan perdedeki fitneci ve tarihi papazın gerçek hayatta İslam’a bağlı, alçak gönüllü bir oyuncu olduğunu anlatmak, bu insanların tek eğlenceleri olan öfkelerinin tadını kaçırmaktan başka bir sonuç verir miydi? (…) Yüzyıllardır aradıkları altını hiç bulamayacaklarını bilmeleri de simyacıların mutsuzluğu değil, varlık nedeniydi çünkü. Modern illüzyonist, istediği kadar yaptığı işin bir hilesi olduğunu söylesin, onu heyecanla izleyen seyirci, bir an olsun, böyle bir büyüyle karşılaştığını sanabildiği için mutlu oluyordu. Bir çok genç, hayatlarının bir döneminde işittikleri bir sözün, bir hikayenin, birlikte okudukları bir kitabın etkisiyle aşık oluyorlar, aynı heyecanla sevgilileriyle evleniyorlar ve hayatlarının geri kalanında bu yanılsamayı hiçbir zaman anlamadan mutlulukla yaşıyorlardı. Karısı sabah kahvaltısı için masanın üzerindekileri toplarken, sofrayı kurarken, Saim kapının altından atılmış günlük gazeteleri okurken, yazıların, bütün yazıların hayattan değil, sırf yazı oldukları için, en sonunda birer düşten söz açtıklarını bilmenin de hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini söyledi.


Orhan Pamuk, Kara Kitap; sayfa 85 ve 86

9 Temmuz 2009 Perşembe

IŞIK VALSİ II


***

“İman edenler arasında pay edilmiştir
mucizeler; teselliler, hayatın içinde eşyalara,
hadiselere, insanlara tutunarak döner dururlar.”
Defterlerden…

***


Uyandım. Parlak bir ışık duvarı aydınlattı, çerçevelerde yansıyıp dağıldı. Gecenin kimbilir kaçı, bir kamyon gürültüsüyle zangırdadı ev; uyandım. Ter içinde kalmıştım. Kolumu yorgandan dışarı attım; belki biraz serinlesem iyi olacak. Bekledim biraz, fayda etmedi, hala terlemekteydim. Birazcık daha açtım üstümü. Kötü bir rüya görmüş olmalıyım diye düşündüm kendi kendime, herhalde ondan olacak bu vakitsiz uyanışım. Göğsüme de bir ağırlık çökmüştü zaten, sonra öyle birden, sanki saatlerdir uyuyup uykumu almışım gibi birden uyanmıştım. Oysa belki iki, belki üç saat oldu yatalı. Neyse dedim, uyuruz yine birazdan, yorganı toparladım, uzun saçlarımın yastıkta dağıldığını hissediyordum. Gözlerimi yukarı dikip, yanı başımdaki pencereden odaya dolan ışığı seyre daldım. Otomobiller, kamyonlar geçmeye devam ediyorlardı; arada ışıkları sokak lambasınınkiyle birleşiyordu sonra, odanın içine ansızın dalıveriyorlardı. Rüya gördükten sonra dönmek yaşama, denizde yüzmek gibi; size yüzme zevkini veren şeyin en ufak bir dalgınlıkta sizi alaşağı edeceğini, kontrolü sağlama çabasının anlamsızlığını, çünkü eninde sonunda tuzlu suyun ciğerlerinize, en hayati organınıza, tecavüz edeceğini bilmek… İşte bunun emaresi gürültüler, ansızın parlayan ışıkları. İzledim. Uykumun geldiğini, yavaşça gevşediğimi hisseder gibiydim.

Boğulur gibi oldum bu kez. Gözlerimi açtım yine, yine tedirginlikle. Bir duman dolanıp duruyordu başımın üzerinde. Toparlandım. İçime dolan dumanla öksürdüm. Arsız şey, yine gelip çökmüştü sandalyeye, elindeki sigarasına keyifle asılıp duruyordu. Nedense gözlerinin, bana doğru, lakin ben de uzak bir yere baktığını düşündüm. Uzaktık, yine de simsiyah ve pırıl pırıldılar görebiliyordum. Beyaz parmakları arasından zar zor seçilen sigarayı ağzına götürdü yine; duman, sonradan, kırmızı dudaklarının arasından koyuverdi kendini boşluğa. Her bir nefesin ardından huzursuzlukla salıyordu boşalan ellerini, nazenin. Ve karanlıkta bir mezar gibi, içine girdikçe genişleyen, sarmalayandı duman. Öksürdüm. Biz büyüdükçe içimizde halen yaşamakta olan çocuğu korkutandı kırık bir diş, yaralı bir parmak veya beyaz tenimizi boydan boya gezen sıyrıklar. Öyle bir yer varsa da teninizde, tüm darbeler oralara muhakkak uğrar. Sonra kendimizi o diş veya artık o hangi uzuvsa o denli bîçare hissederiz; dumanı içime çektikçe ben de, temiz havaya ihtiyaç duyan bana yükleniyordum. O ise durmaksızın, her sessiz nefesinde yudumluyordu gri gökkuşağını.

Düşündüm. Ya ben kalkıp gitsem şimdi… Çünkü bir kere başladı mı, bir daha durmaz; huyunu bilirdim. Yere eğdi başını, simsiyah saçları yavaşça döküldü. Bu manzarayı bir de gündüz görmek isterdim; onları geceye, kendi tabiatına karışmadan önce yakalamak isterdim. Camdan sızan sarı ışıklar da nedense bembeyaz olurlardı onun ipeklerinde; bu ona bir gizem, kayıp bir tanrıçanın havasını katardı, nesnelerin ruhunu kendince tedvin eden. Efsun ya da basit bir büyü de diyebilirsiniz siz buna. Ayağa kalkıp yürüdü bir müddet, kafamdan geçenlerin ardından. Pencerenin kenarına vardı, parmak uçlarında yükselip demirlerin arasından sokağa baktı. Ne gördü kimbilir, bir hırsla masanın yanında bitiverdi. Paketten bir sigara daha çıkarıp yaktı. Gözüme, ciğerime doldu yeniden dumanlar. Bir zulüm bu… Daha fazla katlanmam.

Ayağa kalktım yorganı sıyırıp. Giderken bir nereye dahi demedi. Çöktüğü sandalyeden, yok bu kez masanın yanına yere çömelmişti, gidişimi izledi yalnızca. Siyah elbisesinin etekleri yayılmıştı halıya, elleriyle, beyaz kupkuru dallar bunlar, acemice, acelesi olmadan onları toparlıyordu, ferahfeza. Kapıyı biraz sertçe, kızdığımı belli ederek kapattım. Koridordaydım.

Loş ışıkta ilerledim; uykulu aklımdan evin planını tekrar ettim: şurada sofa olacak, hmm, şurada banyo, o ufak banyo, evet, şurada mutfak, şurada annemlerin odası. Nereye gittiğimi bilmiyordum ben. Sofaya ilerledim, her uykusuzlukta olduğu gibi yatar televizyona dalar giderim dedim. İlerledim, evin muhtelif yerlerinden sızan ışıkların duvara nasıl yapıştığını, çerçevelerden, tablolardan, vazolardan nasıl aksettiğini gördüm, korktum. Ellerimi tutunduğum duvardan kaçırdım. Nihayet vardığımda sofaya, ışığın yandığını, içeride birinin olduğunu, külüstür bir daktilodan yayılan sesin, radyodan süzülen nağmelerle odayı doldurduğunu fark ettim. Yaklaştım; aralık kapıdan kıvamı tutmamış macun gibi sızmaktaydı sofa. Işık, musiki, daktilonun tıkırtısı, sobanın geçkin sıcaklığın hepsi, hepsi ince bir sınır gibi duran aralıktan dışarıya taşıyordu. Odanın esrarının üzerime yapıştığını hissettim, o ezgiyle. Kapının yanına çöküp dinledim.

***

Velâkin direnemedim ben de, pes ettim. Bu fikirlerimi üzerlerine bina ettiğim türlü şeyi kaybettikten sonra bolca da vaktim oldu, arada düşündüm sonra sonra. Birçok şeyden vazgeçebiliyordu insan. Zaman, aslında unutturmuyor, bu müspet; yalnızca sonsuz bir ırmak gibi durmaksızın akıp gidiyordu üzerimizden, bizi yavaşça törpülüyordu. Kendince şekillendiriyordu; kendi tabiatınca. Her ne ise o an, o anda hangi umutlar, hangi kederler varsa ruhumuzda onlar besliyordu bu sonsuza varan akıbeti. Biz de onda vücut buluyorduk, biz dediğimiz de bir ırmağın yatağıydı ancak, bir kalıp. Umutlarımız ve kederlerimizle şekilleniyorduk; insan, mutlak ki ihtiyaçları, istekleri, arzuları kadar, yoksun olduklarından da mütevellitti.

Şimdi, ben de birçok şeyden vazgeçebilmişken pek çok şeyden, kafamda bu bulanık fikirlerle eksikliğimi teşkil etmeyecek biçimde vazgeçebilmişken, mevcudiyetimi hatırlatacak şeyler yaşıyorum. Rüyalar görüyorum. Kimi zaman, olmadık yerlerde, bir tanıdık yüz, mazide kalmış müşterek bir mekân, radyodan duyulan bir nağme, kimi zamansa yalnızca bir kelime, bir ifade, bir eda bana seni hatırlatıyor. Senin kadar, sensizliğe bulanmamış beni de hatırlıyorum, kahırlara batarak. Gerçek, böyle zamanlarda üzerime yıkılıveriyor sanki. Uykuya firar etsem, o büsbütün bir macera, kendi içinde; rüyaların ne getireceğini bilmiyorum.

Boylu boyunca uzandığımda yatağa, gözlerimi yumuyorum. Bu, beşeriyetin en tabii hallerinden birinin gölgesinde gerçeğe karşı direniyorum. Hayatın lalettayin bir ayrıntısına tutunmak, gerçeğe direnmenin en geçerli yollarından biri belki ve hayata karşı bir kadından, bir adamdan, bir evlattan veya anne-babadan güç almak da böyle bir dürtü olsa gerek. Ben o halimden güç alıyorum. Gerçek mengene gibi bir şey; insanın zihnini, ruhunu daraltıp, onun hayallerini, umutlarını, tüm hissi âlemini bir kalıba, kendince bir kalıba sokmaya çalışıyor. Rüyalar ise büsbütün bir boşluk… Orada yaşayan hiçbir şeyin bir sınırı, bir önemi yok; denizin içindeki bir damla misali her nesne. İçinde kaybolmaktan korkuyorum. Seni düşünebilmek için, uyku ve uyanıklık arasındaki son istasyona sığınıyorum böylece. Orada bir köşede dikiliyorum; azat ediyorum aklımı. Oynaşıyor gerçeklerle. İçinden belki bir ya da birkaç kelime çıkıyor; insan aklına, ruhuna en yakın cümleleri bu zamanlarda buluyor. Seni düşünüyorum o zaman, seni anlatan kelimelere, cümlelere, sen diye yakın olmak istiyorum. Belki bir kelimeye, bir öyküye sığdırabilirim onları diye umut ediyorum. Küçük bir deftere yazıyorum onları, unutmayayım diye. Sonra, hayatın o detayı içinde, orada olmanın mutluluğunu hissederek dalıyorum uykuya. Ne zamandır sabah ilk işim onları birerden deftere nakletmek. Herkesin tükenmeğe, hiçliğe karşı hayata bir tutunma yolu var; benimkisi ise bu. Yazıyorum; yazıyorum fakat okumuyorum onları.

Şimdi, bu gecelik son bir şey daha var. Senle, o hikâyelerin içinde, bir yerlerde de olsa, yeniden karşılaşma umudumu, her daim saklı tutuyorum. Lakin hayaller, gerçekler içinde pek bir can yakabiliyorlar bazen. Her ne olursa olsun, muhtevası masumiyetle ve aleladelikle ne kadar mukavemet kazanırsa kazansın, hayallerin, rüyaların ait olduğu yer gecelerdir çünkü. Gündüzün nasıl sinir bozabiliyorsa karanlık, hayallerin içinde de öyle asap bozuyor gerçekler, kabul. Fakat asıl sinir bozan, geceleyin, türlü nesnelerin üzerine düşen belli belirsiz ışıklar. Onlar nesnelerin olduklarından da farklı görünmelerine, asıllarından farklı siluetlere bürünmelerine neden oluyor. Böyle olduklarından daha da korkutucular. Benim de meselem bu. Benim meselem...

***

Başım önde dinliyordum. Son birkaç kelimeyi mütemadi bir sessizliğin takip ettiğini fark ettim. Daktilo sesi kesilmişti. Yalnız içerideki müzik hala kapının aralığından sızmaya devam ediyordu. Toparlandım; yazmayı kestikten sonra odayı da terk edeceğini düşündüm, ayaklandım ve kendi odama doğru yürüdüm. Bodrum katındaki evin tavana yakın pencerelerinden, süreksiz biçimde, adeta insanı illet etmeye ant içmiş gibi, yoldan geçen kamyonların, otomobillerin farları sızıyordu. Bilincim yerindeydi; ne var ki, köşeyi aniden dönen bir taksinin saçtığı ışıklar apansız daldı odaya. Holün kabarmış, bozulmuş duvar kağıtlarındaki çiçekleri canlandırdığını dahi gördüm bu haleldar karanlıkta. Adımlarımı sıklaştırdım, bir an evvel yatağa varabilmek için. Odaya girdim. Bıraktığım yerde kıvrılmış duruyordu, ağzında yine lanet sigarası.

Laf etmedim, yalnızca, gözlerimi, sanki ben orda değilmişim gibi özgürce odada gezindiren bakışlarına kilitleyip durdum. Ne onlarda bir canlılık belirtisi, ne nefes alıp verişinde, eşyaya, nesnelere dokunuşunda bir seda vardı. Yatağa uzandım. İzledim. Gözlerimi ayırmadım hiç. Onu, eteğinin zemine serilişini ve gölgelerini, yine eteğin bir köşesinden odadaki kasvete firar etmiş ince, biçimli ayak bileğini, sigara tutan parmaklarındaki alışılmadık edaları ve başını arkaya yaslamasıyla siyah saçlarının duvara olan hassas temasını izledim. Göz kapaklarım ağırlaştıkça daha da güzelleşmeye başladı ak sureti. Karanlıkta teni pırıldıyor, bastıran uykuyla odanın pis havasına doğru genişliyordu yavaşça; tarifi mümkün değildi.

Gözlerimi kapayıp onu düşündüm uzunca. Bir başkaydı o. Terlemeye başlamıştım yine. Kollarımı yorgandan çıkarıp aşağı saldım. Hala oradaydı, tüm kifayetsizliğiyle. O güzel, benzersiz, adeta bir melike, bir periydi ve ne yalan söylemeli o haliyle de en çok yok gibiydi.