25 Ağustos 2009 Salı

ZEYNEP HATUN'UN GİZLİ AŞKI


Şehâ bu sûret-i zîbâ sana Hakk'dan inâyettir
Sanasın Sûre-i Yûsuf cemâlinden bir âyettir
Senin hüsnün, benim aşkım, senin cevrin, benim sabrım
Demâdem artar, eksilmez, tükenmez, bî-nihâyettir.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

ELİF ŞAFAK ÜZERİNE

Yaz tatilinin de başlamasıyla beraber kitaplara yönelen ilginin bir miktar arttığı müspet; daha çok boş vaktimiz olduğu için daha düzenli ve daha rahat okuyabiliyoruz, bu yalnızca benim çevrem için de geçerli değil, sanırım herkes için rahatlıkla söylenebilir. Yani herkes okumaya daha çok vakit ayırabiliyor ki birkaç ay önce piyasaya çıkan kitaplar yeniden tartışılmaya açıldı. Biz de geçen Elif Şafak’ın Aşk kitabından konuştuk ve bu konuda benim fikrimi sordular; ben de fırsattan istifade uzun zamandır yazmak istediğim Elif Şafak yazısını artık yazayım dedim.

Şimdi öncelikli olarak şunu söyleyeyim; Elif Şafak, yalnızca okuduğum eserlerindeki yönüyle değil, bunlar dışında kişiliğiyle de saygı duyduğum biri… Elbette kendisini bir parça medyadaki boyutuyla, bir parçada eserlerindeki duruşuyla tanıyorum; bunun dışında bir malumatım yok. Son derecede zarif ve saygılı, mütevazı bir görüntüsü var. Pek çok defa röportajlarına denk geldim, kendisini gayet iyi ifade edebilen ve söylediklerini dinletmeyi becerebilen bir insan. Ayrıca gerçek manada kültürlü; gerçek manada diyorum çünkü romanlarında da karşımıza serdiği üzere dağınık bilgi birikiminden ziyade belli alanlarda bilgisi olan ve bu bilginin üzerine fikir üretmeyi seven biri. Bu da kimi zaman yazdıklarında alışılmadık çağrışımların ve öğe eşleşmelerinin oluşmasını sağlıyor; Baba ve Piç’teki bölümlerin çeşitli yiyeceklerle ve nihayetinde kitabın aşure ile eşleştirilmesi gibi… Yemekler ve kelimeler konusunda derin bir bilgisi olduğu aşikâr, bunlar verdiği eserler haricinde Elif Şafak hakkında söylenebilecek üç beş olumlu şey.

Eserlerine ilişkin olarak da söyleyebileceğim güzel şeyler var… Birincisi anlattıklarından ve anlatılanlardan bağımsız olarak farklı kelimeler kullanmaktan hoşlanıyor; yani anlattığı ne olursa olsun her zaman için geniş bir sözcük dağarcığını kullanıyor, bu beni oldukça etkileyen bir şey. Kelimeler konusunda bu kadar yetkin olması ve bilgiyi kullanabilmesi eserlerinin üzerinde ne denli titiz durduğunun bir göstergesi belki de. En azından bende bu çağrışımı yapıyor ve bu da benim gözümde eserin kıymetini arttırıyor. İkincisi konu seçimlerinin başarısı konusunda… Şunu söylemem gerekir: Mahrem, konu ve anlatım bakımından benim şu ana kadar rastlaştığım en ilginç kitap. Elbette çok daha orijinal kitaplar vardır ancak Mahrem genel olarak o masalsı haliyle beni zamanında çok etkilemişti; bu etkinin kişisel olması da mümkündür ancak başka insanlarda da benzer etkiler bıraktığını gördüm. Kısacası Elif Şafak okumaktan da zevk aldığım bir yazar…

Ancak… İşte bu noktada bazı şeyler de düğümleniyor. Elif Şafak bana büyük bir okuma zevki verse de hep cümlelerinde ve anlatımında bir eksiklik duygusu peydahlanıyor bende. Güzel bir cümleyle karşılaştığımda, büyük bir iştahla okuyorum ancak bir noktada tıkanıp kalıyorum. Sanki devam edecekmiş gibi duruyor cümle ama devam etmiyor; orada kalıyor. Bu, belki cümlenin kendi içindeki ahengiyle veya cümlenin yapısıyla alakalı olabilir, henüz teşhis edemedim ama bu durumla tüm kitaplarında bariz biçimde rastlaşıyorum. Sonra aynı şeyi kitabın tamamında da görüyorum. Kitap bitiyor ancak kafamda tamamlanmıyor, adeta bir ikinci cildi daha varmış da ona başlayacak gibi oluyorum. Üstelik bunun kurguyla bir alakası yok, yani bir hadisenin kitap içinde neticeye varıp varmaması mühim değil, ucu açık da bırakılmış olabilir ama bu ucu açıklıktan ziyade bir boşluğu çağrıştırıyor. Elif Şafak büyük bir hevesle yazmaya başlamış ancak bir noktaya gelince yarım bırakmış gibi; görkemli girişlerin karşısında sonuçlar pek cılız kalıyor.

Sırasıyla Baba ve Piç, Araf, Mahrem ve Siyah Süt’ü okudum; Elif Şafak’ın üslubu, ilginç biçimde kronolojik olarak kötüleşiyor; hissettiğim müzmin rahatsızlığı yeni kitaplarında daha bir güçlü hissediyorum… Siyah Süt’ü farklı tarzından dolayı bir kenara bırakacak olursak, Mahrem kendisinin en sevdiğim kitabıdır, Araf fena değildir ancak Baba ve Piç de bana zamanında berbat gelmişti, hala da öyle düşünüyorum. Sanırım kitapların yabancı dilde yazılıp sonradan Türkçeye çevrilmesinin de payı vardır ancak bence ortada seçilen konuların (ki her biri takdire şayan seçimlerdir) işlenişiyle ilgili bir uçurum doğuyor; yani çok ciddi ve ilginç konuların yarım yamalak veya yüzeysel işlenmesi beni rahatsız ediyor. Örneğin Araf’ta zaman kavramının ve bir ülkede yabancı olarak yaşamanın yarattığı sorunlar işlenirken, bence yazar istenilen düzeye çıkamıyor ve sonuç olarak konu iğdiş edilmiş oluyor. Baba ve Piç’te de güzel mekân seçimleri, güzel bir konu ve fakat dağınık bir işleyiş vardı; kitabın başında sayfalarca işlenen karakter sonra birden kayboluyor ve kitap içinde sıradan bir karaktere dönüşüyor; kitabın içinde asimetrik bir yayılış var adeta. Kitabın alt metni olarak beliren hafıza ve unutmak gibi sorunlara ilişkin ise sadece birkaç güzel tespit görebiliyoruz. Bu tip sorunların en aza indiği kitap da Mahrem sanırım; şahsen bitirdikten sonra gönül rahatlığıyla “budur” diyebildiğim bir roman. Bakmak, görmek, kimlik ve bunlara ilişkin sayısız imge dolaylı veya doğrudan sürekli karşımıza çıkmakta… Bu da Elif Şafak’ın daha eski kitaplarını okumak için bana bir heves veren şey; Aşk için ise aynı heyecanı taşıyamıyorum.

Evet, Aşk için aynı heyecanı taşıyamıyorum fakat bu kitap da zaten en önce başka tartışmaların konusu oldu; bizim tartıştığımız asıl konu da buydu hâlihazırda. Elif Şafak reklam konusundaki tutumu ve pembe renk seçimi vesilesiyle çokça eleştiriliyor ancak ben bu eleştirileri haksız buluyorum. Şöyle ki bence yazarın bir nevi evladı olması nedeniyle kitap, yazar tarafından tanıtılmak ve olabildiğince geniş bir kitleye ulaştırılmak zorundadır; bunun ne şekilde yapılacağını, yani stratejisini yazar belirler. Burada önemli olan yazarın okunmak için yazmak yerine yazdıklarını okutma heyecanı taşımasıdır. Gazeteler veya billboardlar ile reklam yapmak, reklam olsun diye alakasız davranışlarda bulunmak ya da kitabın reklamı olsun diye illaki güncel, illaki marjinal konular seçmekten çok daha erdemli bir davranıştır gözümde… Sonuçta çok yetkin, kabiliyetli yazarların türlü imkânsızlıklar ve kıymet bilinmezlikler yüzünden yeterince eser veremediği, Ahmet Hamdi’nin veya Oğuz Atay’ın bile zamanında keşfedilemediği bir ülkede yaşıyoruz. Bu yüzden reklam yolunu tercih etmeleri Orhan Pamuk’u, Elif Şafak’ı veya İhsan Oktay Anar’ı benim nazarımda küçültmez veya salt popüler olmaları nedeniyle onları Tuna Kiremitçi veya muadilleriyle aynı kefeye sokmaz. Sonuçta sapla samanı ayırmak biraz da bize düşüyor.

Bunun dışında Elif Şafak ile ilgili yazacağım daha çok şey var… Her ne kadar şimdiye kadar okuduğum eserlerinden çok fazla etkilenmesem de, eserlerinde çok ilginç pırıltılar sunuyor ve bu da diğer eserlerini okumamız için bir nevi ilham veriyor. Daha detaylı bir incelemeyi, tüm eserlerini okuduğumda yapmak daha doğru bir tutum olacak.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

KÜRK MANTOLU MADONNA

Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız şartsız muhtaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu böyle değil midir? Birçok şeye ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez mi?

Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna; sayfa 91

3 Ağustos 2009 Pazartesi

HİKAYECİLER


Levent Gönenç'ten metinleri çizgiyle buluşturma çalışmaları...

1 Ağustos 2009 Cumartesi

UZ


Hayatın detaylarında kısılıp kalmış bir ömür; nefesi yorgun bir hayvanınki gibi kesik, zayıf… Kollarını bir türlü yaşamaya açamıyor bu yüzden, ezkaza becerse bunu, ayakları takılıyor tam da uçmağa başlamışken. Zamansız bir ölüm, kabiliyetsiz ve yılgın bir baba, geçim derdi, defterlerden ve kitaplardan kocaman bir tepe, karanlık bir oda, artık gülmeyen gözler, bir daha ağlayamayacak kadar yabancılaşmak kendine, ağızda tuhaf bir tat, eksik kalmış cümleler, hep yorgun bir beden sürükleye sürükleye taşıdığı ayaklarına dolananlar. Büyük laflar edemeyeceğini biliyor artık. Beklenen tek bir cümle hep, gri bir enkaza veya rengârenk bir mezbeleliğe dönen bu zihni ayağa kaldıracak.