25 Eylül 2009 Cuma

TIFFANY CASE

16 Eylül 2009 Çarşamba

TURGENYEV

Aleksandra Pavlovna, size şunu söyleyeyim ki hiçbir şey geç gelen saadetten daha fana ve gücendirici olamaz. Bu ne de olsa size bir zevk temin edemez, üstelik de sizi mücadele ve kadere boyun eğmek gibi aziz bir hakkınızdan mahrum eder. Evet, hanımefendi, geç gelen saadet acı ve gücendirici bir şeydir…

Rudin, sayfa 178.

***

Zannetmek değil, eminim. Kurtulmanın imkanı yoktur. Erkek zayıf, kadın kuvvetlidir. Hele tesadüfler de yardım ederse, kurtulmak imkansızdır. İnsan renksiz bir hayata katlanamaz… Ortada güzellik, cazibe, sıcaklık ve ışık varken kendinizde buna karşı duracak nasıl bir kuvvet tasavvur edebilirsiniz? İnsan kalbi buna mutlaka mağlup olur. Sütninesine koşan bir çocuk gibi buna atılır. Tabii bunu soğuk, karanlık ve boşluk takip eder. İnsan ilkin sevmeyeceğini sanır. Sonra da, sevse de kendini tutabileceğini düşünür. Nihayet sevilen kimseden ayrı yaşamanın imkansız olduğunu anlar. Aşk için, aşk uğruna her şeye alışır.

Duman, sayfa 85

***

Klasik Rus Edebiyatı’nın en büyük isimlerinden biri İvan Sergeyeviç Turgenyev, ilginçtir ki Babalar ve Oğullar romanıyla anılıyor; halbuki diğer eserleri de oldukça güçlü, kusursuz. Bu yüzden Babalar ve Oğullar romanının haksız şöhretini nihilizmi ciddi ciddi işlemesine veriyor ve diğer kitaplarına yönelmenizi tavsiye ediyorum.

13 Eylül 2009 Pazar

BABAM ve OĞLUM


Türk sinemasının sıkıntısı kötü oyunculuk olmadı hiçbir zaman; yaklaşık altmış yıllık sinema tarihimizde geriye dönüp şöyle bir bakarsak her dönem yetenekleriyle sivrilmiş, hatta harikalar yaratmış onlarca isme rastlamak mümkün. Türk seyircisi hiçbir zaman orijinal senaryoyu, dahiyane kurguyu, usta yönetmenleri de dert etmedi; yirmi otuz yıl boyunca birbirine benzer konulu filmleri, aynı müziklerle, aynı oyuncularla izledi; birbirine benzer sonlara hep şaşırdı, aynı yerlerde ağlayıp aynı yerlerde güldü. Zengin kız - fakir çocuk, saf ama güzel kızla kötü adamlar, köyden kente göçen temiz yürekli insanlar, yani hakikaten o çağda yaşanan dramlar defalarca izlendi. Buna rağmen hiçbir zaman sıkılmadı…

Sonra yaklaşık yirmi yıllık bir karanlık çağ başladı sinemada: Seksenlerdeki şu meşhur erotik film furyası… Bunu, deminki iddiamızın halefine olarak sinemadaki monotonluğa da bağlayan var, o yıllardaki hızlı kentleşmeyle ilintili olarak ortaya çıktığını söyleyen de. Nedeni ne olursa olsun şu açık: burada sinema bir kırılma yaşadı, öncesinde cinselliği hep bir iki öpücükten ibaret gösteren o duygusal, masum filmlerin yerini bu sefer, tam tersine erotik filmler aldı. Ama bir şey hiç değişmedi. Erotizmden ötede bir mizah öğesi vardı ortada; bunu, o yılların erotik filmlerini izleyenler de görecektir, Türk halkı erotik çağını bile Aydemir Akbaş, Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş gibi komik adamlarla yaşadı, birbirine benzer filmleri izledi durdu.

Ardından doksanlarda erotik filmler de sinemadan çekilince, yılda seksen yüz film çıkartan Türk filmi geleneği sona erdi… Yaklaşık bir on yıl kadar da meydan yabancı filmlere kaldı, bunun karşısında Türk sineması ezildikçe ezildi, küçüldü, yılda on yirmi film çıkartamaz hale geldi. Televizyonun yaygınlaşmasıyla sinema bir lüks halini aldı. Ancak başka bir açıdan bu iyi de oldu; Türk seyircisi orijinal konulu filmleri ilk kez bu dönemde izleme şansı buldu. Milenyuma gelindiğinde perde, bu kez yeni bir modanın etkinse girecekti… Televizyonlarda gösterilen, büyük reyting toplayan birkaç dizinin sinema filmi yapılınca, üstelik bu diziler de Deli Yürek, Asmalı Konak, Kurtlar Vadisi gibi gerçekten çok izlenen diziler olunca, halk yeniden sinemaya döndü ve dönemimize gelip bakınca şunu söylemek mümkün, halk, yeniden sinemayla barıştı. Hollywood’un içine düştüğü boşlukta yeni film çıkartamaz hale gelmesi, senarist krizi gibi sebeplerle yabancı filmler de piyasadan çekilince Türk filmleri üç beş milyon gişeye oynamaya başladı.

Ancak bizi bu tatmin etti mi? Tabii ki de hayır… Sinema çok izlenilse de gişe alan filmlerin Recep İvedik, Gora, Argo gibi filmler olması herkesçe eleştirildi, Atilla Dorsay gibi bir duayen bile kalkıp bunlar hakkında yazı yazma ihtiyacı duydu. Elbette bunların yanında kıymetli sayılan Türk filmleri de yapıldı, bunlar da çokça izlendi. İki yıl öncesine gelindiğinde, öyle veya böyle Türk sineması bir genişleme dönemine girmişti artık…

Eleştirilere rağmen Türk sinemasının büyümesi bugün de devam ediyor. Sanırım şu anda hafta birkaç film gösterime sokabilecek bir kapasiteye ulaşıldı, pastada üçte ikilik bir oran yakalandı. Bunların hepsi güzel, eleştiriler de haklı, öte yandan bu gelişmeyle beraber yaratıcı isimlere verilen fırsatlar da arttı. Fakat içinde bulunduğumuz dönemde Türk sineması yirmi veya otuz yıl öncesine nazaran daha iyi filmler çıkartabiliyor mu; yapılan gişeler, oynayan filmlerin ödüller alması iyiye gidişe bir işaret mi; bence bu hala bir soru işareti.

***


Türk sinemasının şu andaki gözbebeklerinden biri kuşkusuz Çağan Irmak… Mustafa Hakkında Her Şey, Babam ve Oğlum, Ulak ve nihayetinde Issız Adam gibi, her biri gişede oldukça başarılı filmler verdi, Asmalı Konak, Çemberinde Gül Oya gibi televizyonda çığır açan iki güzel diziyi yarattı. Özellikle Babam ve Oğlum filmi sayesinde, aldığı ödüller bir yana sinemada ağlattığı milyonlarca insan ile dikkatleri üzerine topladı. Çağan Irmak, belki de bu filmle kariyerinde ciddi bir çıkış yakaladı. Hiç reklamı yapılmadı denilen film, haftalarca ağlatan film, dönemin gerçeklerini anlatan film diye haber yapılarak dikkatleri üzerine çekti, sonucunda Çağan Irmak hatırı sayılır bir üne ulaştı.

Bugün Babam ve Oğlum için, Türkiye sınırları içinde pek çok kişinin izlediği en iyi filmlerden biridir demek sanırım yanlış olmaz.

Sahiden de öyle bir film çekmiştir ki Çağan Irmak, Babam ve Oğlum, bence başarılı olmak isteyen her yönetmen adayına izletilmesi gerekecek kadar büyük bir öneme haizdir, en önemlisi harikulade bir Türk filmidir. Basit kurgusuyla, hemen her insanın içini sızlatacak bir döneme, 12 Eylül’e ve hemen her insanın içini parçalayacak bir konuya, babalar ve oğulları arasındaki anlaşmazlıklara, aile bağlarına değinmesiyle, o zamandan sonra televizyonlarımızda fenomen olmuş Ege şivesini en iyi şekilde kullanıp Türk halkının sevdiği sıcak ve samimi bir atmosferi yakalamasıyla ve tabii ki çok ama çok iyi oyuncuları kadrosunda barındırmasıyla bu film, başarılı olmaya aday tipik bir Türk filminin bütün niteliklerini taşır. Bu kombinasyonları yakalamış hemen her filmin başarıya ulaşmış olması bunun en büyük ispatıdır zaten.

Basit bir kurgu içinde, duygusal anlarda oyuncunun yüzüne yakınlaşmanız yeterli olduğundan açılara kadrajlara falan fazla kasmadan, bu şekilde hangi filmi çekerseniz çekin başarılı olmamanız imkansızdır zira. Baba ve oğullar gider yerine zengin kızla fakir çocuk gelir; 12 Eylül dönemi gider yerine köyden kente gelen insanların dramı, yetmişlerin varoşları gelir; Ege şivesi gider yerine gecekonduda yaşayan ve bir parça kuru ekmekle mutlu olan, başka bir yöreden Anadolu insanı gelir; Çetin Tekindor, Fikret Kuşkan, Özge Özberk, Hümeyra, Yetkin Dikinciler gider, yerlerine Hulusi Kentmen, Sadri Alışık, Filiz Akın, Halit Akçatepe gelir… Çünkü Türk sinemasındaki dramların omurgasını bu dörtlü kombinasyon oluşturur: Basit kurgu, herkese hitap eden bir acı, sıcak ve samimi bir ortam ve iyi oyuncular yeterlidir.

Otuz yıl önce gündüz fabrikada çalışan, gece tek eğlence olarak sinemalara hücum eden halkın beğenileri, değişen her şeye rağmen, her nasılsa bugün bile değişmez ki bence müzikten edebiyata, sinemaya kadar her alanda kendini gösteren bu aynılık, üzerinde akademik tez yazılacak denli ilginç bir olgudur.

Bu olgunun hüküm sürdüğü yalnız ve güzel ülkemde bu yüzden popüler olmayı becerebilmiş pek çok sanatçı da, yaratıcı olmaktan ziyade bir kaşif, yani halkın beğenilerini saptayıp onlara göre ürünler veren tacirler olmaktan öteye gidemez. Çağan Irmak’ın başarısı da halihazırda budur ki, onu diğerlerinden ayıran bir özelliği varsa kalkıştığı işi en güzel biçimde yapmış olmasıdır. Sürekli tekrar eden ürünlerine rağmen kendisi ağlatmayı hakikaten başarabilen bir insandır ki Issız Adam’da bunu bir kez daha gördük ve anladık; bu açıdan özel insandır.

Babam ve Oğlum, benim naçizane tavsiyemdir; bugün hala izlememiş olanlar varsa hemen izlesinler. Defalarca söylediğim gibi harikulade bir Türk filmidir. Ancak fazla da büyütmemek gerekir, yirmi veya otuz yıl sonra, kendisine benzeyen örnekler çoğaldığında, nasıl geçmişteki filmler unutulmuş ve geriye içlerinden ancak birkaç film çıkmışsa, bu filmde ya unutulacak ya da nadide bir eser olarak hatırlanacaktır. Çağan Irmak’ı daha iyi tanımak ve onun sanatçı yönünü görmek için ise Mustafa Hakkında Her Şey’i izlemelerini ayrıca tavsiye ederim.

9 Eylül 2009 Çarşamba

KARANLIK ODA


Odanın içinde dönüp durdum; bazen kapının yanına kadar geliyor ve eşikten sızan ışığa bakıp birilerinin gelip gelmediğini anlamaya çalışıyor, bazen de pencereden sokak lambasının fakir ışığında bir türlü aydınlanamayan zifiri karanlık sokağı izliyordum. Masanın başına çöküyor, üç beş kelime bir şeyler karalayıp bir sigara yaktıktan sonra tekrar odanın içinde gezinmeye başlıyordum. On dakika içinde oluyordu bunların hepsi… Yapmaya çalıştığım, şimdi ruhumu işgal etmeye hazırlanan melankoliye, böyle herkesin yaptığı şeyleri yaparak karşı koymaktı, televizyon izleyerek, dostlarımla sohbet ederek, bir kahveye girip çay içerek ve günlük gazeteleri okuyarak, yani kendimi sıradan bir durumun içine iterek ruhumdaki dalgalanmaların önünü almak istiyordum. Melankolinin kucağına düşmekten ölürcesine korkmaktaydım. Halbuki bir zamanlar ne iyiydi; kısacık bir dönem insana uğrayıp kaybolan melankoli ne kadar tabii bir şeydi; hayatının bir döneminde kendini herkesten uzak, hayattan kopuk ve herkesin nefret ettiği lüzumsuz bir insan olarak görmeyen var mıydı acaba? Yoktu şüphesiz, tüm bunların hepsi bir bebeğin zamansız ağlaması, altını pisletmesi kadar doğal, insanın karışık tabiatının bunalımlı dönemlerde takındığı bir takım tavırlardı üstelik. Ah bir de bu denli masum, kimi zaman da şefkatli olmayı becerebilen bu vaziyetin insan ruhunu büsbütün işgal etme ihtimali bulunmasaydı… Düşünüyordum da o melankoli, o kendi içinde kapanmış insanın halindeki çaresizlik nasıl aşılabilirdi bir daha? İnsan, gerçek manada bir kez olsun görse hayatın o acayip, korkunç, ikiyüzlü halini bir daha nasıl geri dönebilirdi eski hayatının içine; nasıl hiçbir şey olmamışçasına devam edebilirdi yaşantısına? Hiç kolay olmazdı ki… Kendi içine gömülen ve orada bir süre de olsa sakin bir hayat yaşayan, bir ruhun inceliklerini keşfeden insan bir daha kolayla hayatın hengamesinin, o kaba saba kalabalığın içine istese de giremezdi. Çünkü insan, bir köşede unutulmuş fotoğrafları, defterleri taşıyan eski bir bavul gibi mazisini kendinde de habersiz taşıyordu içinde; onun büyük bir kısmını unutmayı da yaşamak için vazife edinmişti. İnsan onları kanlı canlı karşısında gördüğünde tüm o hatıra, karakterinin ince duvarlarını kırıp dışarı çıkacak ve gerçek hayatla onun arasında bir başka duyu olacaktı; hayal meyal hatıraları günümüze bir ırmağın kolları gibi taşıyan, sayısız yeis, elem ve kederi hissettiren, göz gibi, kulak gibi bir başka uzuv…


Aman ya Rabbim; düşünmek bile istemiyordum…


Ne yapıp ne edip bu tuzağa düşmemeliydim.

6 Eylül 2009 Pazar

İNSANLIĞIN GİZLİ KALMIŞ TARİHİ II - HEMEN TESPİT YAPMALIYIM


Her çağın ayrı bir rengi vardır… Mermer sütunlu binaları, geniş caddeleri, yemyeşil tepelere yaslanmış tiyatroları, heykelleri, evlerin cephelerini ve duvarlarını süsleyen mozaikleriyle Antik Yunan bembeyazdır. Roma İmparatorluğu ise altın sarısını çağrıştırır; Roma dediğimizde karşımıza o dönem için ulaşılabilecek en büyük kültürel ve ekonomik zenginlikler çıkar. Zafer takları, muzaffer komutanların geçit törenleri, lejyonların karanlıkta dahi parıldayan zırhları, askerlerin gururla taşıdığı altından S.P.Q.R sancağı ve meşhur çift başlı kartal ve eğlencenin, katliamın doruk noktası arenalar, işte en bilineni Collessium; bunlar hep paranın, altının gölgesidir. Sonra birden üzerimize bir karanlık çöker… Fakat Ortaçağ karanlığı denilen şey de tam bir karanlık değildir aslında. Bir yanda Doğu’nun pırıltısıyla gölgelenmiş Avrupa’nın rengi, üzerindeki karanlığı yırtmaya çalışan bir aydınlık; öldürülen, işkenceden geçirilen fakat buna rağmen halen bir şeyler için didinen onlarca insanının acısı, yüzyıllar boyunca kıtayı kasıp kavurmuş mezhep savaşlarının, siyasi mücadelelerin ızdırabı, vebanın laneti ve onları en iyi anlatacak olan hüznün rengi, yani mordur. Şafak attığında umut dolu, ancak öte yandan acılarla, iki tane büyük savaşın altında ezilen insanların dramıyla gölgelenmiş bir çağ başlar; modern zamanları bize anlatacak olan esmer bir mavi, yani laciverttir. Ne büsbütün bir mutluluk ve umut, ne de tamamen karanlık; son yüzyıllarımızın akıbeti bu yüzden hep bir arada kalmışlıktır.

Ve gelelim çağımıza, bir zamanlar milenyum olarak adlandırılan yıllara; ya onların rengi nedir?

Bilginin, tahayyülün ötesine taştığı bu çağ, Antik Yunan gibi beyaz mı; öte yanı savaşlarla, hastalıklarla, bir yığın politik ve ekonomik mücadelenin yaşandığı, huzurun, sükunetin bir türlü gelmediği coğrafyalarla, Ortaçağ gibi karanlık mı? Yoksa şirketlerin hükümranlığıyla, paylaşımın arttığı, iletişimin hat safhaya ulaştığı, teknolojiyle, her türlü lüksün, zenginliğin yaşanabildiği yepyeni bir çağ, yepyeni bir renk mi?

Bence hiçbiri, yalnızca gri…

***

Çok tuhaf bir medeniyet bu; mensuplarından biri olarak bana bile tuhaf, daha doğrusu yabancı gelen bir çağ, önceki çağlara hiç benzemeyen bir şey. Üstelik de tek bir yüzyılda kendi kültürünü yaratabilmiş, hem de öyle bir kültür ki ilginç manzaralar veriyor bize…Önceki çağlarda hep ayrıntılar, incelikler, renkler egemen olmuşken bugün yalnızca bir sadelik çarpıyor gözümüze. En ilkel dönemlerde bile karşılaşılan motiflerin yerini düz çizgiler almış; Uzakdoğu’dan Avrupa’ya kadar doğmuş hemen her medeniyet, bilhassa klasik çağlarında yüksek bir zevkin tecellisi olarak o zarif nağmeleri, zengin melodileri ya da rengarenk çinileri, porselenleri, tabloları görmüşken tüm bunlardan soyunmuş bir anlayış. Sonra terk edilen renkler; şehirlerin parlak ışıkları, cafcaflı reklam tabelaları, neonlar var bir yanda, ama öteki yanda sert tasarımlar, binalardan kıyafetlere, günlük yaşantımızdan elektronik müziğe, hemen her alanda ayrıntının dışlanması… Günümüz dünyasına bakınca bunlar çarpıyor gözüme; betonarmenin grisi, kalabalık ofislerin kirli beyazı, asfaltların siyahı…

Ya da bundan daha da önemli bir ayrıntı...

O da ben rahatsızım diyememek, dememek, çünkü rahatsız olmadığının farkında olmak… İster istemez bu çağın insanları olmuş, gri renkli bireyler, bizler varız bir de. En belirgin niteliğimiz öncekilere öykünmek, onları yüceltmek her zaman gösterilmiş bir reflekse sarılmak; nerede o eski aşklardan tutun da, sadece eski şarkıların dinlenilebilir olduğunu söyleyen, şimdikileri yoz bulan adamın da kaderi de aynı… Zevk aldığı eski çağların hiçbir noktasına vakıf olamadan, onlara vakıf olmak için biraz da o çağın insan olmak gerektiğini anlayamamak, sadece ve sadece şimdi bu griliğin içinden bize tatlı gelen çağlara öykünmek. İki yüzyıl önce yaşasak veya hiç değilse otuz yıl önce doğsak dahi o yaşantıya yine şimdiki gibi küçümseme ile bakacağımızı, belki o çağda yaşanan hiçbir zevki kavrayamayacağımızı anlayamıyoruz bir türlü. Buradan bize güzel gelen zamanların tadını ancak üç beş kişinin çıkartabildiğini göremiyor, özeniyoruz onlara.

Sonra aklımızda o zamanların aşkları, dilimizde o zamanın şarkıları, hep başka bir zamanı düşünerek yine bu gri çağı yaşıyoruz keyfini çıkartarak; geçen acımasız günlere nazire olsun diye Ayla Dikmen dinleyerek, Youtube’den Şener Şen’i izleyerek vakit geçiriyoruz; Facebook’ta okey oynarken eski günleri yad ederken, MSN iletimize de nerede o eski zamanlar yazıyoruz…

Bu çağın adamı, adamcığı olmak işte biraz da bu; bize her türlü eskiyi renkli gösteren bir griliğin içine hapsolmak.

1 Eylül 2009 Salı

İNTİKAM


Et tu, Brute?
Then fall, Caesar.

Sen de mi Brütüs,
Öyleyse yıkıl Sezar…


Böyle mi dedi tam olarak yüce Roma İmparatoru, nam-ı diğer Divus Iulius, yani Tanrı’nın oğlu Jul Sezar, suikastçıların arasında çok güvendiği Brütüs’ü gördüğünde? Bunu tam olarak bilmemiz mümkün değil tabii, yalnızca bir takım iddialar var ortada; suikast sırasında senatoda olan diğerlerinin anılarından, Romalı tarihçilerin fikirlerinden ötede yalnız bir de Shakespeare’in bu yarı Latince, yarı İngilizce dizeleri var elimizde, tarihe mal olmuş. Hayatının neredeyse yarısını kâh Galya’da barbarların, kâh İtalya’da politik düşmanlarının karşısında savaşlarda geçirmiş, hemen her savaştan, mücadeleden galip ayrılarak sürekli yükselmiş bir komutanın, kısa sürede halkın sevgisini kazanarak hayal ettiğinin ötesinde payeleri elde etmiş bir siyaset adamının, çaresizce sarf edilmiş lakin fakat her ne hikmetse bir o kadar vakarlı, her kelimesi buram buram intikam kokan sözleri…

Ne bir küfür, ne bir sitem; evet, yalnızca intikam… Çünkü soğuk yenen bir yemek olması bir yana insanın doğasının en belli başlı problemlerinden biri olan intikamı, asaletine yakışır bir biçimde alıyor Sezar; zira intikam nihayetinde karşındakine kendi yaşadığı acının benzerini, hatta daha fazlasını yaşatabilmek üzerine kurulmuş, alçakça bir duygu oyunu. Shakespeare’in ünlü dizelerine burada yer vermemin sebebi de onun her zaman illa da karşı tarafın canını yakmak yerine onun duygularına, vicdanına seslenmek suretiyle de yapılabileceğini göstermek. Şüphesiz ister gerçek, ister mecazi anlamda düşünün, her şekilde daha az kanlı ve daha etkili bir bahsettiğimiz; senin canını yakan kişinin canını yakmak yerine, bazen bir gülümseme, bazen yalnızca tek bir gözyaşıyla, bazen böylesine bir nükteyle yaşadığın acının karşındakine boyutunu hissettirebilmek… Duygu sömürüsüne veya duygusal katliama girişmeden karşındakinde derin izler bırakabilmek gibi. Ve burada Sezar’ın başka bir intikam seçeneğinin olmaması da manidar; yaşasa kendisine suikast teşebbüsünde bulunanlardan intikamını en kanlı, en vahşi şekilde alacak olsa da ne yazık ki böyle bir imkânı bulunmadığından, son gücüyle böyle bir darbe vurabiliyor ancak…

Bence işin üstesinden de geliyor…

Çünkü intikam, karşındakini yıldıracak raddede olmadıkça bir türlü sonu gelmeyecek bir kısır döngü yaratıyor ki sormayın gitsin… İnsanlar tüm enerjilerini karşısındakine bir darbe daha vurabilmek için harcıyorlar. Sonra o darbe bir başkasını, o da bir başkasını doğuruyor. Oysa yalnızca karşısındakinin vicdanına seslenmeyi, ona yaptığı şeylerin kendisine nasıl zarar verdiğini anlatmayı deneseler belki bir çözüm bulunacak. Sakın anlamaz deyip geçmeyin; nasıl intikam alınacak kişinin en zayıf noktasını saptanıp buna göre hareket ediliyorsa, pekâlâ o en zayıf noktadan asil, mağrur bir dokunuş yapmak mümkün olabilir. Keza öyle bir an geliyor ki bir gülümseme, o bir tek gözyaşı, bir sözcük insana çok şeyler ifade edebiliyor; duygu sömürüleri, birbiri ardına inen sillelerden köseleye dönmüş suratlar, küfürlerle artık acıya alışan bünyeler böylesine bir tavır karşısında bir anda özüne dönebiliyor. Çünkü öylesine alıştık ki aşağılanmalara, aldatılmalara, hakarete uğramalara, artık kim ne söylerse söylesin hiçbirimiz için bir anlam ifade edemiyor.

Unutulup giden okkalı küfürlerin, çirkef saldırıların yanında böyle sözler ise –ister Romalı tarihçi Suetonius'un aktardığı gibi Kai su, teknon, ister Shakespeare’in yazdığı gibi Et du Brute demiş, isterse Plutarch’ın aktardığı gibi hiçbir şey yapmaksızın yalnız togasını başına çekmiş olsun- büyük imparatordan geriye kendisine layık bir hatıra olarak kalıyor.