22 Eylül 2010 Çarşamba

SİGARA VE YAZARLIK HAYALLERİ

Sigara hiçbir zaman bir bağımlılık olmadı benim için, daima bir keyif aracı olarak kaldı. İlk içişimin üstünden geçen altı yılın sonunda, hala günde birkaç sigaradan fazlasını içmeyen, bazen ağzına haftalarca sigara koymayan biri olarak gururla söylüyorum bunu: sigara bağımlısı değilim. İstediğim zaman bırakabileceğimi biliyorum. Peki neden büsbütün bırakmıyorsun, neden bilerek kendini zehirliyorsun, madem bağımlısı değilsin içme diyenlere inat hayattan bunaldığım, bir iki nefes almaya ihtiyaç duyduğum, istediğim gibi yazamadığımı fark ettiğim ve karamsarlığa kapıldığım zamanlarda, bazen de keyiflendiğim anlarda, kimi zaman içkinin yanında iyi gidiyor diye sigara içiyorum.

Tabii bunun arkasında sigaranın verdiği o bilinen zevkin ötesinde başka lezzetler de var. Kabul. Sigaranın grili mavili dumanı arkasından dünyayı seyretmek, çakmağı ateşlerken hissedilen o kararlılık, gözünü kapatıp dumanı içine çekmek ve diline, damağına yayılan o acılık, sigarayı başparmak ve işaret parmağı ile tutup poz vermek, insanın üstüne çöken kasvet ve bilgelik, bunların hepsi sigara imgesini oluşturuyor. Ağır ağır sigara içerken hayatın hareketini dışarıdan izlemeye çalışan ve –hem mecazi hem de gerçek anlamıyla- sislerin arkasında kalmış gibi görüyorum kendimi. Ben sigarayı biraz da bu duyguları yaşamak için, başkalarının özenti dediği sebeplerle içiyorum. Ama aslında sigara içmek için neden aramaya da gerek yok. Sinirli bir anımızda sigara yakmak sakinleştiriyor bizi mesela, yazı masamızın başında bir şeyler karalarken veya umutsuz bir şekilde ders çalışıp sabahın olmasını beklerken bir sigara yakmak bizim için bir milat oluveriyor. Sigaradan bir nefes alınca kafamızın daha iyi çalıştığını, yatıştığımızı, ilhamın geldiğini düşünüyoruz veya bize öyle geliyor; bilerek aldanıyoruz, aldanıyorum. Otobüsün gelmesini veya bir tanıdığımızın geleceği saati beklerken, konuşurken ne söyleyeceğimizi bilmediğimizde, televizyonda izlediğimiz şey bizi duygulandırdığında, o saniyelik durağanlıkta da sigara yakıveriyoruz. Onu hayatın içinde bir nevi bağlaç gibi kullanıyoruz. Sigara içmek için bir takım başka sebepler bunlar. İyi geliyor bize. Bazen demli bir çayın yanında, ağır bir öğle yemeğinin arkasından, bazen dostlarla laflarken bir sigara hiçbir şeyin veremeyeceği başka bir tat veriyor, keyfi katlıyor.

Ve ben tüm bu keyifleri muhafaza etmek için hayatım boyunca sığındığım o dengeye sığınıyorum. Doğuştan gelen zaaflarımı ortaya sermemek için, belki de cesaret yoksunluğundan kaynaklanan bir tepkiyle yapıyorum bunu. Nasıl lise boyunca okuldan kaçan, iffetsiz kızlarla park köşelerinde öpüşen, annelerin hoşlanmadığı çocuklarla bira içip sabahlara kadar futbol konuşan ve günü geldiğinde yeteri kadar ders çalışıp fena olmayan bir üniversite kazanmış bir adamsam sigarayı da içiyorum ama paket taşıyacak kadar da düşmüyorum üstüne… Bir denge tesis etmek istiyorum hayatıma. Neredeyse üç yıl boyunca hiç derse girmeyip sene sonunda, finallerde çılgınca ders çalışmam ve hiçbir ders bırakmam gibi; akşam arkadaşlarla dışarı çıkıldığında iki üç bira içip sonra yurda dönmem gibi sigara içiyorum ama zaten dayanıksız olan vücudumu sarsacak, beni hasta edecek kadar değil. Keyif alabilecek kadar içiyorum.

Bu ilahi dengede tüm sorun ise bir süre sonra bu keyiflerin tekrarlanmasını istemek; sigaranın lezzetini sürekli aramak, yapacak başka bir şey olmadığında bir tane daha sigara yakmak bir süre sonra işi bir sıradanlığa ama daha kötüsü bir bağımlılığa dönüştürüyor. Bağımlılık demek tüm bu keyiflerin yerini bir tek düzeliğin, sonu gelmez bir tekrarın ve bir mecburiyetin, bir esaretin alması demek. Açıkçası ben de bu akıbete uğrayacağımdan korkuyorum. Gizliden bir korku değil bu, zaten ben hiçbir korkuyu gizli yaşamam. Hayatımda kurmaya çalıştığım dengeye karşı aleni bir tehdit bu, hissediyorum. Yazarlık gönülden bağlandığım yegâne hayal ve bu hayale ulaşmak için çalışırken, sürekli bir masaya ve durağanlığa teslim olurken giderek artan sigara ihtiyacım içten içe ürkütüyor beni. Şimdi sevdiğim bu acı tadın gelecekte bir lanete, bir kâbusa dönüşmesi ihtimali düşündürüyor. Üst üste yaşayacağım felaketlerin bir başkası gibi duruyor. Ezkaza hayalime ulaşır ve iyi bir yazar olabilirsem her şey bu kadar fena olmaz: saadetin tüm garabetleri yok eden o ihtişamını unutmamak lazım. İnsanlık Komedyası’nın mimarı Honore de Balzac nasıl günde içtiği dokuz fincan kahve ile anılıyorsa, Orhan Pamuk Cevdet Bey Ve Oğulları’nı yazarken annesinden sigara yüzünden işittiği azarları nasıl keyifle anlatıyorsa benim gelecekteki sigara bağımlılığım da hoş bir ayrıntı olacak, erken ölümüm bile bir şekilde destanlaşacaktır. Tüm bu korkuların yersizliğini, yücelttiğim o dengenin en azından bu konudaki anlamsızlığını ancak böyle bir talih yardımıyla kavrarım diye de ümit ediyorum.

Sigara müptelası değilim ben. Sadece sigaraya gereğinden fazla anlam yükler gibiyim ve her sigara içişimde bu anlamı seziyorum. Bir yandan büyük romanlar yazmış, yaşadığı döneme ait pek çok malzemeyi, yani dönemin insanlarını, alışkanlıklarını, eşyalarını ve mekânlarını kimi zaman 19. yy gerçekçilerine özenen bir üslupla birleştiren bir yazar olduğumu ve doksan üç yaşıma kadar sigara içtiğimi iyimserlikle hayal ettiğim gibi; kimi zaman da yeterince çalışamadığım veya sadece yeteneksiz olduğum için başarısız olduğumu, ilgisizlikten en ufak bir eleştiriye muhtaç kaldığımı ve mutsuz, kederli bir yazar olarak genç yaşta akciğer kanserinden öldüğümü de düşünüyorum.



3 Eylül 2010 Cuma

L'EDUCATION SENTIMENTALE


Bak! Birkaç burjuvayı temizliyorlar, dedi Fréderic rahat bir tavırla. Bazı durumlar vardır, hiç de zalim olmayan bir kişioğlu öbür insanlardan öylesine ayrılmış kopmuştur ki insan soyunun yok edilişini tek kılı bile oynatmadan seyredebilir.

Gustave Flaubert, L'Education Semtimentale; sayfa 322


1 Eylül 2010 Çarşamba

ANKARA ANKARA, GÜZEL ANKARA

Kendi üstüne kapanmış bir şehir Ankara, gökyüzü yeryüzünden daha az gri değildir. Karanlık bulutlar gezer üzerinde, kapkara asfaltlar, sola dönülmezler, karanlık binalar, pasajlarda rengârenk formalar olsa da kaldırımları yine de kül rengidir. Sokaklarında üniformalı ve takım elbiseli amcalar, döpiyesli teyzeler. Herkes başka başka orduların askeridir: eğitim neferleri, para ordusunun gözü kara şövalyeleri, yüce milletin soylu temsilcileri, hizmet aşkıyla çarpan bürokratik kalpler, dershanelerde çarpışarak kaybedilen bir nesil, bu vatanın evlatları, kalabalık sokaklarda köşe başlarında bekleyenler vardır. Sazlar çalınır Cebeci'nin lokallerinde. Kâr marjı var kadınların gülüşlerinde, kadehlerinde.