28 Kasım 2009 Cumartesi

FALANCA ZAMAN NOTLARI


Açık saçık olan bir gerçekte,
insanı sarsan bir şey bulunur her zaman.
Dostoyevski, Cinler


Burası şehrin sonu… Kar yokuş yukarı tırmandıkça daha da artıyor, belki birazdan göz gözü görmez olacak. Belki kardan, belki soğuktan sokaklarda kimse yok. Köşedeki kahvehane bile bomboş, kalabalık akşamlara özgü o gürültünün yerini şimdi televizyonun cızırtılı sesi almış. Verandada sigara içen iki ihtiyar bağırarak, küfürler ederek şakalaşıyorlar. Kahveci elindeki süpürgeyle kaba bir temizliğe girişmiş, mekanını akşama hazırlıyor.

Karanlıkta parıldayan asfalt yol, yokuşun tepesinden evlerin arkasına doğru kıvrılıp gözden kaybolacak birazdan, bizi iki eski konak karşılayacak; mahallenin bundan sonrası bir otomobilin bile geçemeyeceği dar sokaklar ve o sokakların sağını solunu süsleyen, kimi zaman yola taşmış evler, daha doğrusu gecekondular… Köşe başındaki eğik bu iki eski ev yüzünden daralan yol sonra biraz daha genişleyip gecekondu mahallesinin sokaklarına açılacak caddeyi oluşturuyor. Şehirlilerin, yani bizlerin çoğu kez hayati tehlike ihtiva ettiğinden korkarak, iğrenerek baktığımız sokaklar bunlar. Mahallenin içlerine ilerledikçe buraya hakim olan havayı daha iyi teneffüs edebiliyoruz. Puslu havaya karışan kömür kokusuyla gözleriniz ciğerleriniz yanıyor, yerlerde kar ve çamurdan oluşan bir bulamaç, evlerin cephelerine çeşitli yazılar yazılmış, kapıların çoğuna ya yağ tenekelerinin saçları veya bir reklam tabelası ya da bir branda çakılmış. İleride bir yerde bir sokak lambası yanıp yanıp söndükçe filan tarihte çekilmiş eski bir resme bakar gibi oluyorsunuz. Ne var ki bu manzaranın hiçbir yanı, hiçbir yanına uymuyor; burası arkanızda kalan şehrin bir parçası olamayacağı gibi başlı başına bir bütün de olamaz; her parçası farklı, adeta bir yamalı bohça… Bu yüzden insanı rahatsız eden şey ilkellik ya da geri kalmışlık olarak nitelenemez; bu gecekondu mahallesi sadece medeniyeti ya da şehir hayatını değil, en berbat durumdaki köylerin dahi sahip olabileceği basit ve hassas nizamı da reddediyor. Çatısında üç dört farklı cinsten kiremit bulunan bir binanın tepesindeki çanak antenin herhangi bir korku filminin yaratamayacağı o sarsıcı etkiyi yarattığını biliyoruz.. Neyse ki yerleşik bir gecekondu kültürümüz var; yaklaşık yirmi-otuz yıl önce buraya yerleşenler o kadar akıllılarmış ki ellerine geçen ilk fırsatta gecekondularını yıkıp yerlerine birer apartman koymayı akıl edebilmişler. Şimdi Başkent’in bu kirli manzarasını, sistemin gayrikanuni paravanları kapatıyor. Öyle ki karlarla kaplı, çoğunda öğrencilerin veya emeklilerin oturduğu apartmanların her iki yanına sıralandığı güzel sokakta yürürken neye uğradığınızı anlamıyorsunuz bile. O mahşere yirmi otuz metre varken hala güvende hissediyorsunuz kendinizi, hala güzel şehrin sokaklarında gibisiniz; ancak, ancak paravanın arkasına geçtiğinizde çarpık kentleşme ifadesi bir anda kafanızdaki somut karşılığını buluyor.

iki üç sokağın birleştiği ve bir meydan teşkil ettiği yerde, mahallenin su şebekesine bağlanmadığı zamanlardan kalma ufak bir çeşme var, oradan sağa sapıyorum. Köşedeki ev benden rahatsız olmuş olacak; pencereden bakan her kim ise artık, beni görünce hemen perdeyi çekip içeri saklandı. Bütün perdeler kapalı… Evlerin arasında yalnızca birkaç metrelik bir boşluk var. Adımlarınız artık ufalmak zorunda, kaldırım denen bir şey yok, paçalarınız çamura ve kömüre batıyor, kulaklarınızda ise sokağa taşmış bir mahremiyet; bir evin televizyonunda çalan arabesk şarkı, kocasından zılgıt yemekte olan bir kadının parlayan ve hemen sönen sesi, çocukların çığlıkları sokağa, kulağınıza doluyor. Yine de iyi bir şeylerden bahsetmek mümkün. Evet, burada her şeyi, sefaletin o ağırbaşlı ve mütevazı havasını dahi reddeden kalabalıklar kendi içlerinde sonsuz bir samimiyete de sahip; hatta şöyle bir bakınca muhaliflerin ya da yaratıcı düşüncelerin gecekondulara ya da varoşlara neden ilgi duyduğu da anlaşılabiliyor, küçük mahallenin arkalarına doğru ilerlerken televizyondaki şarkıya eşlik eden içten bir ses duymak tarifi mümkün olmayan bir derinlik duygusu yaratıyor insanda. Bu eğri büğrü sokaklarda herkes kendini evinde hissedebilir, bu sokağa aykırı uzanmış ağaçların duruşunda, insanın tabanlarını sızlatan çakıllı yollarda ve evlerden sızan turunculu, mavili ışıkta hemen herkes kendi çocukluğundan bulanık bir hatıra bulabilir. Fakat samimiyetin bu kadarı yine de fazla… Arada sırada karşılaştığınız insanlar aralarındaki yabancıya öyle soran gözlerle bakıyor ki en yakın arkadaşınızın münasebetsiz bir şakasıyla muhatap olmuş gibi hissediyorsunuz kendinizi; hala dokunulmaması gereken bir yer var, insan bir şekilde gözlerini bu sefalet pornosundan kaçırmak istiyor.

Gözün gördüğü, kulağın duyduğu, aklın alabildiği bazen haddinden fazla gerçek; öyle ki insanda bir çarpıklık duygusu uyandırıyor. Varoşlara duyulan ilgi sığ bir romantizmden fazlasıyla nasibini almamışsa eğer içinde hastalıklı bir yön vardır: Acılar, hayal kırıklıkları, merhamet… Bunların istenilen duyguları yaratması isteniyorsa akılda onlara ayrılan köşelere yerleştirilmesi gerekir. Çünkü gerçekliğin böylesi gerçeklik duygusunun kendisini hiçe sayar. Mesela tepenin arkasında bir sokağa daldığımda beni karşılayan çöp yığını ve onun hemen yanı başında kartopu oynayan çocuklar, ateşin başında ısınan hurdacılar sanki gerçek değil de kederli evsizlerin hikayesini anlatan eski bir belgeselden sahneler adeta; gerçek değil de onun hayallerle yumuşatılmış ancak halen çarpıcı bir kopyası. Ben de bu belgeselin anlatıcısı, her şeyi gören ve gördüklerini meraklılarına anlatmakta olan duyarlı gazeteci olabilir ya da öyle olmasam bile öyle hissedebilirim. Böylece bir süre sonra sıradan bir adamın gözünden değil, aslında alabildiğine keyfine düşkün fakat bir yandan da hassas bir entelektüel gözünden bakarım sokaklara; işte bu yanılsama da algıyı bozar. İnsanda şaşkınlık, ürperme, tiksinme yaratması gereken kirli manzaralar, o hastalıklı merakı ve ilgiyi, demin bahsettiğim o sığ romantizmi doğurur. Bizim buradaki insanları anlama imkanımız yok, buradaki fakirliği ve sefaletin, yoksulluğun sıradanlaşmasını kavrayabilmemiz mümkün değil. Haliyle onlara duyulan ilgi bir tür lütuftan öteye gidemiyor, bu duygudan kurtulmak için paltomun içine gömülüyor ve düşünmeden, yalnızca görerek yürümeye devam ediyorum.

Birkaç sokak ötede yemeklerini bitirip sokağa fırlayan çocuklar kesiyorlar yolumu; kendi küçük oyunlarına beni hakem yapmak istiyorlar. Caddenin başına kadar yarışacaklarını söylerlerken küçük ağızlarından burunlarından bembeyaz dumanlar çıkıyor ve ayaklarını sabırsızlıkla yere vuruyorlar. Peki diyorum. İçlerinden bir tanesi elindeki çubukla hizayı çizip akranlarına benim işaretimi beklemelerini tembihliyor. Üç, iki, bir… Sayıyorum ve başla! diye bağırıyorum. Çocuklar, karla kaplı eğri büğrü sokakta birbirlerine omuz atarak, bastıkları yerden siyah çamurlar sıçratarak koşuyorlar ve köşeyi döndüklerinde çarpıştıkları amcalar da onların yarışma isteğine mani olamıyor. Adamların ağzından sin kaflı lafla dökülüyor ancak beni görünce tövbe çekip susuyorlar. Selamlaşıp arkamı döndükten sonra caminin oradan geriye, beni evime götürecek sokağa sapıyorum.

Hiç yorum yok: