7 Temmuz 2012 Cumartesi

ANNA KARENİNA


Anna ilk zamanlar gördüğü Anna değildi. Onda ruhsal yönden de, bedensel yönden de kötüye giden bir değişme olmuştu. Kalınlaşmıştı. Yüzünde aktristten söz ederken olduğu gibi hain, yüzünü çirkinleştiren bir anlatım belirmişti. Vronski Anna'ya, kopardığı solmuş bir çiçeğe, onda artık onu koparmasının nedeni olan güzelliği görmeden bakan bir insan gibi bakıyordu. Buna karşın Vronski, eskiden aşkı çok daha güçlü olduğu zamanlar, çok isterse bu aşkı yüreğinden kopartıp atabileceğini düşünürken şimdi Anna'yı sevmediği şu anda, onunla arasındaki bağın koparılamayacak bir bağ olduğunu biliyordu. 

Lev Tolstoy, Anna Karenina; sayfa 358

1 Temmuz 2012 Pazar

DURGUN



Yol boyunca, cilalanmış gibi parıldayan, buzlanmış vitrinleri izleyerek ve Yusuf’u, çocukluğumuzu ve mahalleyi düşünerek yürüdüm. İlkbahardaki, yazdaki halini birilirdim buraların daha çok ; okulların tatil olduğu zamanların yani, şimdi bu kış günü, benim hatırladığımdan çok başka, mahallede bir yandan durgunluk, bir yandan hareketlilik vardı. Bir haftadır aralıksız kar yüzünden kapanan sokaklarda otomobiller rastgele park edilmiş, birkaç gündür hareketsiz duruyordu, okullar ve diğer resmi kurumlar tatildi. İşçiler kapalı yollar yüzünden mesaiye çok geç saatlerde başlayabiliyorlardı. Mahallenin bakkalı ve küçük çırak dükkana gelen malları, sokağın başına yanaşan kamyondan alarak elleri ile taşıyorlardı, ahaliye ekmek sunabilmenin başka çaresi yoktu. Camlardaki bir parmak buz, çoğu esnafın günlerdir kepenklerini açmadığını gösteriyordu. Apartmanların önündeki kovalarda çöpler yığılmış, dağ gibi olmuştu. Böylece kapalı yolların, işlemeyen otobüs hatlarının, zincirin bile fayda etmediği, kayan, birbirine çarpan, devrilen otomobillerin, donup kalan kepenklerin yarattığı büyük bir boşluk vardı ama bir yandan da işlerine gidemeyen aileler sokakta yürüyüş yapıyor, gençler parklarda buluşup karın altında şarap içiyor, kar topu oynuyor, çocuklar mahallenin en bıçkın bayırlarından kızakları ile kayıyor ve kardan adam yapıyordu. Yaşlı kadınlar perdeleri aralamış, sokağı, yağan karı seyrediyordu. Saat on olmuştu ama mahalle yaşıyor, sağa sola gidiyor, nefes alıp veriyor, konuşuyordu; sokaklar bir yaz günü kadar hareketli ama sessizdi.

***

Uzun zamanlardır yazmıyordum, aklımda uzun süreden beri toparladığım birkaç sahneyi yazayım dedim ve bundan başladım. 

22 Aralık 2011 Perşembe

13.10.1950

22 Haziran 2011 Çarşamba

IŞIKLAR KAPANINCA




Sağlık sorunlarıyla boğuşan bir adamım; hiçbiri öldürmez gerçi ama ömrümün geri kalanını sancılar ve sızlanmalar içinde geçirmeme neden olacak bir sürü hastalığım var. Her kış kendi er ya da geç hatırlatacak sinüzitim, her tuvalet ziyaretimi bir sınava dönüştüren hemoroidim, çalışma masamdan kalkarken diz ağrılarıyla yoklayan menisküs, sık sık baş gösteren ayak uyuşmalarıyla belirti veren bel fıtığı, hayattaki en zevkli eylemim olan yemek sonrası uykuları benden alan reflü ve sapına kadar çürümüş, simsiyah olmuş bir adet kök dişim; attığım her adımda, her yemek yiyişimde, dışarı her çıkışımda, tuvalete her gidişimde bana hayatı bölümler halinde, yavaş yavaş zehir ediyor. Tabii bunlar içinde, hayatıma yöneltilmiş olan en büyük tehdidi en sona sakladım...

Dediğim gibi, pek çok hastalığım var aslında. Vaziyet öyle bir hal aldı ki vücudumda şikayetçi olmadığım hiçbir organ, hiçbir eklem, hayatımda çekinerek yapmadığım hiçbir hareket yok gibi artık. Fakat bir açıdan bakınca, resmi olarak herhangi bir tehdit altında da değilim. Çünkü aile hekimimiz tarafından teşhis edilen reflü illetini saymaz isek henüz hiçbiri teşhis edilmiş hastalıklar değil; benim içgüdülerimle varsaydığım rahatsızlıklar. Bu tip varsayımlar üzerinden hareket edince de gereksiz bir iyimserlik oluyor insanda. Ben, yaklaşık bir yıl önce biraz bu belirsizliği yıkmak, biraz da şayet bir rahatsızlığımız varsa çözüm bulmak amacıyla bu hastalıklarımın her birinin teşhisi için doktora gitmeye karar verdim. Aşırı ilaç kullanımı yüzünden beyninde ödem oluşan sevgili babaannem hemen her konuda bana yardımcı olacak bir tıp fakültesi hastanesinde tedavi olduğu için şöyle bir plan yaptım: hastalıkları en kritiğinden en hafifine göre sıralayıp çeşitli polikliniklerden randevu aldım. İlk olarak da gözlerimi bir göstereyim dedim.



Hadise bir yıl önce cereyan etti, ama dün gibi hatırlıyorum. Asistan çocuk önce rutin olarak beni o göz doktorlarındaki makineye soktu. Makine göz merceklerimi kontrol ettikten sonra içeri, doktorun asıl muayenehanesine girdim. Asistan plastik bir gözlüğün merceklerini hızlı hızlı değiştirerek, sorunlu olan sağ gözümle net görmeye başlayınca kendisine söylememi istedi. Numaralar büyüdükçe umut azaldı, çocuk en sonunda başka bir sorun olabileceğini söyleyerek gözüme bir sıvı döktü ve on beş dakika kadar beklememi söyledi.


On beş dakika sonra yeniden odaya girdim. Bu kez doktorun kendisi ilgilendi benimle; ilaç etkisini tam olarak göstermemişti, beş altı dakika kadar sohbet ettik. Zaman dolunca da başka bir masaya, başka bir makineye oturttu beni. Bir iki dakika kadar sonra hafif azarlayıcı bir üslupla konuşmaya başladı. Vaziyet şuydu: Ben yirmi bir yıllık hayatım boyunca iki gözümle değil, sürekli olarak sol gözümle görüyordum. Sağ gözümdeki kaslarda mevcut olan gelişim bozukluğu nedeniyle göz, görme yetisi kazanamamıştı. İşin açıkçası göz tembelliği illetinden muzdariptim. Ateşli bir hastalık geçirip geçirmediğimi sordu. Marazi bir çocuktum, sürekli ateşli hastalıklar geçirmiştim, hala da geçiriyordum, üç yıl önce idrar yolları enfeksiyonundan kırk derece ateşle bir hafta yatmıştım. Doktor, bu tip hastalıkların etken olabileceğini söyledi ama işin garibi bu yaşıma kadar fark etmemiş olmamdı. Ailemin de mi şüphelenmediğini sordu. Şüphelenmemişlerdi.


Sonra sohbet ettik: Ehliyet alıp almadığımı sordu. Almıştım, üstelik göz muayenesi de olmuştum. Askerliği sordu. Onu daha yapmamıştım. Yapmama şansımın yüksek olduğunu, sağ gözdeki sorunu önemsediklerini söyledi. Bir süre sonra ben de bu işin sonu nereye gidecek diye aceleden tedavisini sorduğumda, işte işin acı kısmını burada öğrendim. Göz tembelliği yalnızca yedi yaşına kadar tedavisi olan bir hastalıktı, yani benim için artık iyileşme ümidi yoktu. Bundan sonra artık sol gözüme iyi bakacaktım. Ders çalışırken, kitap okurken, bilgisayar kullanırken gözlerini yorma mümkünse dedi. Kahrolmuştum diyemem ama içime uğursuz bir duygu çökmüştü.


Fazla uzatmayalım...


İşin aslı ben fazla abartmaktan yana değildim, şimdi olduğu gibi o gün de daha fazla önemsediğim sağlık sorunlarım vardı. Ama insan yaşadığı şeyin boyutunu biraz da başkalarının öğrendiklerinde verdiği tepkilerle anlayabiliyor: Annem duyunca kahroldu, babam da öyle... Küçükken birkaç kez, birkaç farklı doktora bakışlarımdan şüphelendikleri için götürmüşlerdi ama hiçbir teşhis koyamamıştı ve şimdi oğulları tek gözüyle yaşamak zorundaydı. Mesela askere gidemeyecek olmam beni epey rahatlatmış olsa da üzdü onları. Beraberce internetten tedavi imkanlarını taradık, yüksek maliyetli ve faydası olmayan egzersiz programları sunan hastaneler dışında pek bir şey bulamadık. En son umut olarak gittiğimiz özel doktor da benzer şeyler söyledi, pek umut vermedi.


Peki şimdi ne olacak? Açıkçası umurumda değil demek isterdim. İşin üzerinden bir yıl geçmiş, artık kabullendim demeyi isterdim ama bir şekilde yapamıyorum. İçgüdüsel olarak diğer gözümü kaybetme ihtimalimi düşünüyorum. Benim gibi bir insan bilgisayar karşısında saatlerce pineklemeden, kütüphanede saatlerce ders çalışmadan ve kitapları dikkatlice cizip önemli yerleri ince ince not almadan, elinde bir kitap bütün gün yataktan çıkmadan nasıl yaşayabilir? Olur da sağlam gözünü kaybederse geri kalan hayatını eksik bir insan olarak nasıl tamamlayabilir? Nasıl mutlu olabilir? Düşünmemek elde değil, böyle düşünceler hayatı zehir eder adama.


Düşündürür, düşündükçe düşündürür. Öteki hastalıkları da düşünür insan, mide kanserini de, beyin kanamasını da, bütün ağzı kaplayan iltihapları da. Korkudan doktora gidemez olur. Gece ışıklar kapanınca uykusu kaçan bir adamım ben, şimdi siz de beni düşünün.

12 Haziran 2011 Pazar

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ


Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir? Tanıklarla, kanıtlarla, uygun adım yürümek için ikide bir ayak değiştirme imkanı veren gerçeklerle ne kadar üstümüze gelseler boşuna! İnanmayız. "Geçen bir şey yok!" diye bağırırız. "Her şey tam şimdi yaşanıyor!" Tam şimdi, bir yaz öğlesi, Nihal halılarını kaldırdığımız salonun parkesinde çıplak ayaklarıyla geziniyor...

Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz; sayfa 5

26 Mayıs 2011 Perşembe

KADER



26 Mart 2011 Cumartesi

JUDE THE OBSCURE

Görünüşte yoksul, hasta bir adamım, ama gerçekte daha da kötüyüm. Bir ilkeler kaosu içindeyim… karanlıkta bocalayıp duruyorum… örneklerle değil de, içgüdülerime uyarak davranıyorum. Sekiz dokuz yıl önce, buraya ilk geldiğimde bir takım kesin düşüncelerim vardı; teker teker yok oldu bunlar ve gittikçe daha çok kuşku doluyor içime. Şimdi ise bana ve başkalarına zararı olmayan, en çok sevdiğim varlıkları mutlu kılan bir şekilde, içgüdülerime uymaktan başka bir yaşayış tarzım olabileceğine sanmıyorum. İşte baylar, neler yaptığımı öğrenmek istediniz, ben de anlattım. Umarım işinize yarar! Umarım işinize yarar! Burada daha fazla bir açıklama yapamayacağım. Toplum düzeninizin bir yerinde bazı aksaklıklar olduğunu anlıyorum, bunların ne olduğunu ancak benden daha ileri görüşlü kimseler ortaya çıkarabilir… ortaya çıkarabilirlerse, hiç değilse bizim zamanımızda. Çünkü bu hayatta insan için iyi olanı kim bilebilir? Güneşin altında kendisinden sonra ne olacağını insana kim söyleyebilir?


Thomas Hardy, Jude the Obscure; sayfa 340