17 Şubat 2011 Perşembe

KARANLIK ODA 22


Yatağımda bir ölü kadar hareketsiz yatıyorum. Ne bir böceğim, ne bir çiçek; bir ismim yok. İsmim olmadığından herhangi bir anlamım olmadığı da söylenebilir, belki diğerleri içinde bir varlığım da yoktur. Ya da küçük bir ihtimalle tanımlanma sorunu yaşıyor olabilirim: belki de sorun bir tutamak sorunudur, doğru ya tutunacak bir şeyi olmadı mı insan yuvarlanır. Tutunacak bir şey varsa düz durur ve sabitlenir, çelişkilerinden ebediyen kurtulur. Estetiğin büyüsüne kapılırsak şayet, çelişkilerden kurtulmaya da gerek yok mesela, bir şekilde her şey göze hoş gelebilir. Tutamak halledebilir mi bu sorunu, sanmam: önemli olan nirengi meselesidir. Bir cetvel her türlü sorunu ortadan kaldırır, bir sıfır noktası ölçülebilir ve değerlendirilebilir bir hayat sağlar adama. Matematikçilere saygım bu yüzden… Her şeyi kesinlikle ifade edebilmelerine hayranım. Benim bir nirengim yok. Hiçbir şeyi ölçemem, her şey bana muğlâk gelir, ağzımdan çıkanları, aklımdan geçenleri savunamam. Kendinden emin insanlardan korkarım.

O yüzden kaçarım. Biri bana karşı sesini yükseltirse şayet ben de sesimi yükseltirim ama içten içe susarım. Yeterince üstüme gelirseniz düşüncelerim içinde yolumu kaybederim, biraz zeki iseniz tüm hayatım boyunca haksız olduğuma inandırabilirsiniz beni. Size bunun aksini ispat edecek bir aracım yoktur. Bu çaresizlik içinde her debelenişimde, fikirlerimi savunur gibi yaparken her dakika daha çok boş konuşurum. Çünkü aslında yaptığım hiçbir şeyin bir nedeni olmadığı gibi savunduğum hiçbir fikrin de bir temeli yoktur. Güçlü bir ses benimkini bastırabilir, her şey benim aklımı çelebilir. Bu yüzden çok uzak bir köşeye kaçıp gitme ve oraya sığınma hayali, yani tüm insanlardan, ilişkilerden, fikirlerden ve mücadelelerden uzak yaşama düşüncesi, düşünülebilecek her şeyden daha güzel ve seçilebileceklerim içinde en doğru tercihmiş gibi gelir bana. Yalan söylemekten hoşlanır, insanlarla baş edemeyince onlara sevimli görünmeye çalışırım ama bunları yapmaktan hoşlanmam yine de: hoşlanmadığım için de hepsinden uzak olmanın iyi bir şey olduğunu hayal ederim. Kendimi bir hapishaneye gönüllü olarak kapatmak ve orada çile çeken bir aziz gibi kendi nirengi noktamı bulacağım günü beklemeyi isterim.

Orada rüyalar âleminde yaşarım: Ben de kendi nirengi noktamı bulunca, varlığım matematiksel bir kesinlik kazanınca gönül rahatlığıyla koşup caddelerde, insanlar arasına karışabilirim artık: karanlık odaları terk eder, böyle kara sevdalı yeni yetmeler gibi kendimi yataklara mahkûm etmekten vazgeçer ve sevgili insanlarımın arasında dolaşırım. Kendimi onlara takdim ederim. Parmakla işaret edilen, birkaç cümlede tanımlanabilen biri olduğumda dünyanın en mutlusu olurum. Kendimi savunabilirim. Gerçek manada, yani bir başkası gibi değil de tam da kendi istediğim gibi bir hayatı yaşayabilirim. Her şeye mantıklı bir açıklama getirebilirim, mantığımın sağlamlığı ile içten içe böbürlenebilirim. Kendi bildiğimin tek doğru olduğunu, diğer insanların başka konularda haklı olabileceklerse de bu konuda yüzde yüz haksız olduklarını düşünebilirim. Kendime inanırım. Mutlu olurum ve aptal gibi görünmekten korkmadan, mutlu olduğumu haykırabilirim. Yapabilirim bunu, bana bir nirengi noktası tedarik ederse hayat, günün birinde kalbi ve vicdanı olan bir insan gibi kendim olabilirim.

O zamana kadar hep bir bekleyiş, hep bir oblomovculuk… Sırtüstü uzanıp yapabileceğinin en iyisini yapmış bir adam rahatlığıyla yatıyorum. Mutluluğum dışında, keyfim dışında hiçbir şey de ilgilendirmez beni, hiçbir şey için üzülmeden yaşıyorum. Tek sorun can sıkıntısı, aylaklık, var oluşa bir anlam katamayış. Bir açıdan bakıldığında onlar da dert değil zaten, estetiğe sığınınca geçiyor hepsi.

Hiç yorum yok: