14 Ağustos 2008 Perşembe

BEŞİKTAŞLILIK DURUŞU

Hazırlığın oldukça fazla olan boş zamanları için en iyi ilaçlardan biriydi Championship Manager serisi. Saatlerce başından hiç kalkmaksızın oynamakla beraber zamanla oyunda ustalaşmış, Beşiktaş’ın adını tüm dünyaya duyurmaktaydım. Oldum olası böyle oyunlara gıcık olan babam da arada gelip olumsuz yorumlarıyla taciz etmekteydi. Neyse efendim bir gün geldiğinde de beni Şampiyon Ligi maçlarından birinde buldu. Muhabbet açılınca ben de ballandıra ballandıra anlatmaya başladım takımımı; işte baba Tymoschuk’u aldım, buraya Pedersen’i koydum, şu Lahm var ya adam geçirmiyor, Maxi Lopez’in de maç başına en az bir golü var şeklinde… Babam da böyle bir baktı takımın ağzına sıçmış olduğumdan başlayarak, bir zamanların kolej takımı olan Beşiktaş’ı, Rızalı Metinli Feyyazlı altın jenerasyonuna kadar anlattı. Bir an düşündüm ben hakikaten Beşiktaş böyle bir takım değildi hiçbir zaman, olmamıştı…

***

Yıldırım Demirören ve ekibi sayesinde Beşiktaşlılık duruşu dillerimize dolanan bir kavram oldu. Ardı ardına gelen yönetim başarısızlıklarıyla herkes işbirliği etmişçesine o duruşu ve Süleyman Seba’yı yad etmeye başladı. Çünkü Beşiktaş, özellikle efsanevi başkanının son dönemlerinde sportif olarak epey kötü durumdaydı. Önce Serdar Bilgili sonra Yıldırım Demirören, bu başarısızlığı yenmek için mücadele ettiler. Serdar Bilgili göreve gelme sürecinde bir takım yanlış işlere imza atsa da sportif başarıyı getirerek olumlu bir imaj yarattı. Bir dizi talihsiz olay neticesinde de görevi Yıldırım Demirören’e devretti. O günden başlayan süreçte ise Beşiktaş, hem maddi hem manevi olarak oldukça değer kaybetti. Bilhassa yönetim pek çok icraatı Beşiktaş’ın değerleriyle çelişir nitelikteydi. Daha da kötüsü nam-ı değer tüpçünün kendisi de bu duruşu sonuna kadar savunduğunu iddia ediyordu. Peki son zamanlardaki Beşiktaş’ı tribününden tut da oyuncusuna kadar saran nasıl bir şeydi ki koskoca kulübü tarihi köklerinden koparıp bu hale getirdi, onu kendisinden uzaklaştırdı?

İslam Çupi’nin Fenerbahçe taraftarı tarafından sıkça dile getirilen “Fenerbahçe’nin büyüklüğü başka bir büyüklüktür, kupayla başarıyla ölçülmez.” diye bir sözü vardır. Fenerbahçe büyüklüğünü kupayla ilişkilendirmez ama başarısız olunduğunda da tribünlerin boş kaldığını herkes bilir. Bu yüzden aslında bu sözün en uygun olduğu kulüp de, ironik olarak, Beşiktaş’tır. Bunun birden fazla nedeni olabilir. Benim aklıma ilk gelen Fenerbahçe ve Galatasaray arasında sidik yarışı biçiminde cereyan eden rekabettir. Bu rekabet iki kulübü oldukça güçlendirmiş olsa da rekabetin yarattığı gergin hava, bu kulüpleri sürekli olarak başarılı olmaya itti. Kısacası iki kulübün büyüklüğü de aldığı kupalarla, transferleriyle ölçülmeye başlandı. Her iki takımında tribünleri ancak şampiyonluk yarışına girdiklerinde ve başarılı olduklarında doluyordu. Kimi zaman belli değerlerden de bu başarı açlığının ve rekabetin yarattığı gergin ortamda vazgeçildi. Hasan Vezir vakası, Tanju Çolak’ın transferi, yine yakın zamandan Revivo ve Baliç’in transferleri, Özhan Canaydın’a Fenerbahçe’nin golünü alkışlaması üzerine koyulan tepki hep bu rekabetin kirli sonuçlarıydı. Fenerbahçe son olarak Emre’yi de transfer ederek bu rekabete yeni bir boyut kazandırdı. Buna karşılık Beşiktaş’ın her dakika rekabet ettiği bir rakibinin olmaması ve tribün ruhunun takıma bağlılığı Beşiktaş’a daha rahat hareket edebilecek bir alan bırakmıştı. Çünkü Beşiktaş yalnız kendi amaçları doğrultusunda hareket edebilmiş ve başka kulüplerin yaptığı icraatlardan çok fazla etkilenmemişti. Elbette sportif başarı için pek çok adım atıldı, hatta Ertuğrul’un gönderilmesi gibi bazı hamlelerde yanlış bile yapıldı ancak Beşiktaş diğer iki kulüpten daha mütevazı ve saygıdeğer olan kimliğini her zaman korudu.

Beşiktaş’ın bu kimliği belki de bazı zamanlar ona zarar verdi… Örneğin özellikle 90’lı yıllarla başlayan dönemde Beşiktaş iki büyük rakibinin arkasında üçüncü büyük olarak kaldı. Galatasaray ve Fenerbahçe, yaptığı transferlerle dünya futbol piyasasında isimlerini duyurmaya başlarken Beşiktaş, endüstriyel futbol çağının atılması gereken adımlarını atamadı; bu Beşiktaş’ın biraz daha geriye düşmesine neden oldu. Belki maddi imkansızlıklar, belki de bir tercih meselesi olarak kulüp, rakiplerinin Ortega, Hagi, Anderson gibi dünyaca ünlü futbolcuları Türkiye’ye getirme hamlelerine karşılık veremedi. Böylece Beşiktaş sportif olarak da oldukça geriye düştü… Her ne kadar kendi içinden çıkardığı Sergen, Oktay gibi yıldızlarıyla güçlü takım olma özelliğini korunsa da şampiyonluğa uzun bir süre ulaşılamadı.

Serdar Bilgili ise bu gidişatı durdururken kulüp değerlerine belli noktalarda bağlılık gösterdi; icraatlar, hem endüstriyel futbolun gereklerine hem de kulüp değerlerine uygun ilerliyordu. Örneğin ekonomik olarak oldukça rahat olunmasına rağmen sansasyonel transferler yapılmadı, Pascal Nouma olayı ise belki de biraz abartılarak yine Beşiktaş’ın vizyonuna uygun bir biçimde çözüldü.

Yıldırım Demirören ise tamamen farklı bir yöntem izledi. Demirören’in tek isteği Beşiktaş’ı en azından Fenerbahçe kadar başarılı bir takım haline getirip kendisini de Aziz Yıldırım kadar yukarılara bir yerlere taşımaktı. Hem model hem de rakip olarak ise bire bir Fenerbahçe benimsenmişti; Fenerbahçe tüm rakipler içinde daha bir rakip görülüp hedefler onun üzerinden şekillenmeye başladı. Artık Beşiktaş’ın da aynı Galatasaray gibi kendine ezeli bir rakip gördüğü bir takım vardı ve tribün de yönetim de bu rekabeti yaşıyordu. Bu yüzden sportif başarı için daha acele edilmesi gerekti. Demirören bu saikle başladığı işlerde, bizzat kendisinin yarattığı baskı altında ezilip üst üste hatalar yaptı. Başarının kısa sürede gelmesi için yeni isimleri düşünmek yerine rakip büyüklerdeki kariyerini bitirmiş futbolcuları transfer ederek ilk hatayı yaptığında değerlere ilk darbesini vurmuştu. Bunu teknik adam konusundaki yanlışlar izledi; Del Bosque gibi saygın bir teknik direktöre dahi prim verilmedi. Onun yerine getirilen Rıza Çalımbay’a evladımız denildi, beş yıllık kontrat yapıldı ancak sezonun sonunu görmesine izin vermedi. Beşiktaş’ı uzun zamandan sonra ilk kez şampiyonluk yarışına sokan Jean Tigana’nın şampiyonluk maçından önce istifa etmesine göz yumuldu. Kulübün ve kadronun oturabilmesi için gerekli sabır gösterilmediği gibi bilhassa yapılan yabancı transferlerde ve onların yönetiminde başarısız olundu. Artık yönetimin iliğine kadar sinmöiş olan Fenerbahçe kompleksi her platforma yankılandı. Kulübün kısıtlı imkanları har vurup harman savrulurken bir de transferlerde “bir Bobo beş Güiza eder, Ricardinho Alex’ten on beden üstün” gibi ağız ishali emaresi açıklamalarda bulunuldu . Son zamanlarda ise iyiden iyiye profesyonelliğini kaybeden transfer anlayışıyla yarım sezon önce alınan Diatta, Gordon gibi isimlerin sözleşmesi feshedildi, Koray Avcı gibi yüreğini sahaya koyup oynayan bir adam takasta kullanıldı. O adamlara yapılan saygısızlık ve yabancı transferde kaybedilen kredinin yanında bunun kulübe olan maddi zararı ise cabası… Son darbe ise tükürdüğünü yalamak üzerine: Önce olaylı Fenerbahçe maçı sonrası yapılan “PAF takımla çıkacağız” açıklaması, sonra Nobre’nin PAF takıma gönderilip affedilmesi, ardından terliksi mevzuda İbrahimlerin affı… Yönetim kavga edip Beşiktaş’ı zerre umursamadıklarını ispat eden ve takım içinde egolarını çarpıştıran iki kaptanını önce satış listesine koydu, satacak birini bulamayınca öpüp barıştırdı. Demirören ve ekibi bir hışımla giriştikleri bütün işlerden mağlubiyetle ayrılırken kaybeden tüm değerleriyle Beşiktaş kulübü oldu.

Beşiktaş, Yıldırım Demirören’in kişisel ihtiraslarına mağlup oldu ve Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’yi 2000’li yılların başında düşürdüğü kötü duruma düşürdü. Bunun bir benzerini ise Galatasaray ikinci Fatih Terim döneminde yaşamıştı. Ancak iki kulüp değişimlerini tamamlayarak belli bir noktaya geldi ve elde ettikleri sportif başarılar neticesinde kaybettiği kulüp değerlerini hatırlamayabiliyorlar. Örneğin Galatasaray’ın Bülent Korkmaz ve Hakan Şükür’e yaptığı yanlışlarla Fenerbahçe’nin Zico’ya karşı tavrı ve Emre transferi bugün hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Beşiktaş belki başarıyı kazandığında Beşiktaş’ın da yaptığı yanlışlar kimseyi rahatsız etmeyecek ama Yıldırım Demirören’in bu işe başlarken atladığı bir nokta var ki Beşiktaş Fenerbahçe’ye veya Galatasaray’a benzediği gün aslında tamamen kendi ruhunu kaybetmiş olacak…

Beşiktaş Türkiye’de kendi değerlerini en fazla yaratabilmiş kulüp… Bugün halkın takımı denildiğinde de, tribün denildiğinde de, bir zamanların kolej takımı denildiğinde de Feyyaz’ıyla Metin’iyle Rıza’sıyla Çarşı’sıyla Süleyman Seba’sıyla kısacası ruhuyla akla Beşiktaş gelir. Futbol değişen dünyayla değişmiştir ancak Beşiktaş bu değişimiyle kazanmış mıdır bilemeyeceğim çünkü ben sahada ortalama maaşı 2 milyon euro olan, verilen bonservis bedelleri on milyonlarla ifade edilen ve Liverpool’dan sekiz yiyen bir takım görmektense altyapıdan yetişen ve hepsi bizim çocuğumuz olan takımın on yemesini tercih ederim. Hiç değilse sahada ellerinden geleni yaptıklarından ve bir ruhu taşıdıklarından emin olduğum için…

Hiç yorum yok: