31 Ağustos 2008 Pazar

MODERN ZAMANLAR

Charlie Chaplin, Modern Zamanlar’da fordist sisteme bağlanarak akıl sağlığını yitiren bir işçinin trajikomik halini anlatırken yıllar 1930’u gösteriyordu. O yıllarda modernitenin etkisinde tüm Dünya akla ve bilme göre şekillenirken insanlar da o makinenin dişlilerinden biri olarak kabul edilmişti. Geçen neredeyse yüz yıllık süre içinde Dünya üzerinde pek çok şey değişti ancak kapitalizmin, insanı varoluşsal sancılara iten o çirkin yüzü hiç değişmedi. İnsanı insan olmaktan çıkartıp bir makine dişlisi haline getiren o kalın çizgiler, her dönem birbirine biraz daha yaklaşarak bugünkü halini aldı ve o düzenin her adımı insanı biraz daha köşeye sıkıştırırken onu kendisi olmaktan uzaklaştırdı. Büyük lafların gereği olmasa da amaçsız ve özünden koparılmış insanın gerçekten de yaradılışının en büyük buhranıyla karşı karşıya olduğunu düşünmekteyim…

Buhran diyorum çünkü sürekli bir yarış haline dönüşen hayat insana seçme şansı vermeksizin onun üzerine çullanmakta. Dışarıya bakıldığında görülen dünya ise ilmek ilmek işlenmiş ve insanı bu hayatı yaşamaya mecbur kılıyor; üstelik ne çemberi kırarak dışarı çıkabilmek mümkün ne de yeni bir şeyler ortaya koyabilmek. Çünkü bilgi birikimi en üst düzeye ulaşmış gibi görünen insanoğlu neredeyse yapılabilecek her şeyi yapmış ve bu durumda belki kendi emeklerinizle attığınız adımların dahi başka birine benzediğini görüyorsunuz. Düşündüğünüz herşey daha önceden düşünülmüş, varlığına inandığınız pek çok doğrunun yanlışlığı ispatlanmış; kısacası bize atılacak adım kalmamış. Oluşturulan modern tablo ise, bilhassa ülkemizde skolastik-modernite diye isimlendirilebilecek bir düşüncenin etkisinde; ona belli noktalarda eleştiriler getirmenin mümkünatı yok; çağdaşlık tek bir pencereden algılanmakta. Bu kadar çok bilinenin yanında bir de bilinmez olarak öz-benlik var; kimilerinin ruh dediği ve her kişiye özel olan kısım. Orası varlığı da dahil olmak üzere tam bir bilinmezken etrafımızı çevreleyen koca koca duvarlar bizi, kendimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorken seçimler yapmaya itiyor. Bu seçimler elbette yaşamanın gereği… İnsan hangi çağda yaşarsa yaşasın önemli bazı seçimleri kendi hakkında çok az şey bilirken yaptı ancak hiçbir çağda seçimlerin sonucu insanı bu kadar geri dönülmesi imkansıza yakın yerlere atmadı. Oysa günümüz dünyası öyle bir noktaya geldi ki kurulan o düzen içinde kurduğunuz küçük düzen birden bire biz olduk. Somut anlamda değil soyut anlamda dahi bırakıp gitmek, var olduğu noktadan uzaklaşmak artık fazlasıyla hayalperest ve romantik bir düşünce ve böylece özgür iradeyle hareket edebilmek ve ben olabilmek hayatın bir noktasından sonra neredeyse imkansız.

Günümüz dünyasının albenisine karşılık madalyonun öteki yüzünü kimileri için bu gibi düşünceler oluşturmakta. O müthiş bilgi birikimiyle yaratılan dünya, bugün bir tuzak; kişinin yaşarak öğrenmesine izin verilmediğinden yanlışlar yapmak, artık bir lüks haline geldi. Deneme yanılmadan uzak olmak, kolaya kaçmak insanın kendisini diğerlerine daha iyi ifade edebilmesini sağlıyor. Herkes sevgisini aynı biçimde ifade ederken, milyonlarca kişi aynı şeye ağlıyor. Herkes aynı şekilde farklı oluyor, çizgiden çıkıldığında ise modern deliler karşılıyor bizi. Düşünceleri ve eylemlerinde alışılagelmişin dışında bağlar kuran herkes deli yaftasını yerken atıf yapılan onların anlamlarının dışında kalan anlamsızlıklar.

Bunları ortaya bir çözüm koyabilmek adına söylemiyorum zira çözümün ne olduğu konusunda da en ufak bir fikrim yok. Bildiğim günümüz insanın karakter konusunda dahi üretici değil tüketici olduğu; herkes kendi kostümünü kendine en yakışan biçimiyle dikmektense gidip pahalı ve gösterişli bir markanın ürününü satın alıyor. Oysaki atlanılan nokta stilistlerin hayal gücünden dolayı seçeneklerin çok olmadığı ve bunun da belli bir dayatmaya ve zorunluluğa gark ettiği. Tüm bu dayatmaların ve kıstırılmışlığın içinde ise kendinden en uzak kadınlar başlı başına bir dayatma örneği…

Tarihe bakıp görüyoruz ki kadınlar her dönemde çeşitli şekillerde kısıtlamalara maruz kalmış ve erkeklerin baskısında bir hayat sürmüş. Güncel bir örnek vermek gerekirse bizim tatlı su feministlerimiz de türban olayını erkeğin kadına teamülü olarak gördükleri için karşılar. Tüm bu olayların nedenleri ve niçinleri uzun uzun tartışılır, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan hesabı yapılır ancak benim bahsetmek istediğim son birkaç yüzyılda gelen kadın hareketinin ne denli kadınsı olduğu.

Tarihten girdik madem önce şunu söyleyelim bilindiği üzere baskı, eski dönemlerde yalnızca kadınlar üzerinde kurulmadı. Pekala erkekler de siyasi ve toplumsal bazı baskılara başta ekonomik nedenler olmak üzere pek çok nedenden ötürü maruz kaldılar. O zamanlar erkekler de feministlerin çizdiği o ezilen kadın portresinden pek farklı değillerdi, onlar da baskıya maruz kalıyordu. Ancak tarih içinde çeşitli kırılma noktalarında erkekler, en azından genel-geçer anlamıyla özgürlüklerine kavuşmayı bildi. Kimi zaman salt kaba kuvvete, kimi zaman fikri bikrimden de beslenen kavgaya dayatan mücadelelerle bir takım haklara kavuşuldu ve bu mücadeleleri yapan insanlar hedefledikleri, düşledikleri noktalara vardılar. Sonuçta bir şekilde günümüz dünyası inşa edildi ama talihsizlik şu oldu ki bu inşa edilen dünyanın hemen her aşaması yalnızca erkekler imza attı. Ortak paydalara ve değerlere dokunsa da devrimleri yapanlar erkeklerdi; mücadele edenler de, düşünenler de, uygulayanlar da, eleştirenler de, beğenmeyip yeniden şöyle yapalım diyenler de erkekti. Dünyanın yaşadığı her değişimde erkekler birinci elden bu değişimi organize ettiler.

Kadınların ve erkeklerin bıçakla çizilmiş keskin bir çizgiyle ayrıldığını hiçbir zaman düşünmedim. İki türün bu yüzden birbirilerine karşı bir üstünlük durumu olduğunu reddediyorum; yalnızca her iki türün kendine has özellikleri var. Ancak erkeklerin ve kadınların kendi aralarında ciddi bir iletişimin olduğunu da, yani bir erkeğin belli bir ölçüde başka bir erkeğe benzediğini de kabul ediyorum. Yani az çok bir erkekle başka bir erkeğin yaptıkları arasında bir benzerlik doğar. Belki de kültürlerin cinsiyetlere biçtiği roller bakımından durağan olmasıyla ortaya çıkmış olan bu durum da hem erkekler hem de kadınlar arasında, kendi içlerinde bir yakınlaşmaya neden olur. Bu bakımdan tarihte yapılan tüm değişim ve dönüşümlerin altında erkeklerin imzası olduğundan günümüzün dünyası da bir nevi erkeklerin kurduğu dünyadır. Feministlerin yok etmeye çalıştığı erkek egemen dünya her ne kadar geçmişte kalmış gibi görünse de bu yüzden aslında tarihin ve modern dünyanın her noktasına sinmiş ve artık içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir.Dünyamıza küçük bir çocuğun gözünden baktığımda başka adamların kurduğu ve benim de içinde küçük bir rol oynadığım bir filmi görüyorum. Pek çok açıdan içinden çıkılmaz bir şekilde isteklerimiz ve beğenilerimiz yönlendirilerek her bir birey yeniden şekillendiriliyor. Ancak sıradan bir erkek, yine sıradan bir kadına göre bir nebze daha şanslı; çünkü hiç değilse bu dünyayı onunla çeşitli yönlerden benzerlik taşıyan bir tür, erkekler şekillendirdi. Oysaki kadınların bu dünya üzerinde de, yaratılan bu dünyada da doğrudan hiçbir katkısı olmadı. Bu yüzden onların ruhları ve karakter özellikleri de kurgulanan bu filme hiçbir şekilde yansımadı. Filme kadın olarak yansıyan şey ise daha çok erkeklerin görmek istediği kadın figürüydü. O kadın figürü tarihin her döneminde farklılık gösterirken bugün daha çok erkeksi bir çehreye bürünmüş durumda; filmlerde, dergilerde işlenen modern kadın, aynı erkek gibi özgür ancak muhtemelen kendisinden oldukça uzak. Çünkü o kadın da erkeklerce modellendirildi: Kadınlara atfedilen romantizmin en başta gelen öğelerinin; şarabın, mumun bir erkek tarafından romantizme simge seçilmesi veya pembenin kadınsı bir renk olarak atfedilmesinde muhtemelen bir erkeğin parmağının olması gibi özgür-şehirli-bağımsız kadın da erkeklerce yaratıldı. O idea'nın yer aldığı, şekillendirildiği bütün eserlerin erkeklerin elinden çıkması bunun en önemli ispatı. Son tahlilde, sözde kadın erkek-egemen konumundan kurtulurken yine onun istediği, onun arzuladığı noktaya geldi. Bu yalnızca kadınlara özgü bir durum da değil; günümüz gençleri, aileleri, sevgilileri toplumdan gelen değerleri temel almaktansa kapitalizmin eserlerindeki idea’lara göre yaşamlarını şekillendiriyor. Tüm filmlerde, popüler kültürü oluşturan her eserde Amerikan kültürünün özendirilmesi ve yavaşça tüm dünyanın Amerikan kültürünün egemen olduğu bir yaşam tarzını benimsemesi gibi…

Kadınlar da, kurgulanan filmi kendisiyle bağdaştıramayan herkes gibi bazı sıkıntılar çekiyor ancak bu sıkıntıların nedenleri ve sonuçları apayrı bir konu. Konu, modern dünyanın kapana kıstırdıkları… Bu sıkıntılar köyden kente göç edenlerin kayıp nesillerinden modern dünyayla aniden tanışan taşra kesimine kadar herkeste gözlemlenen kültürler arası kopukluktan oluşan bir kültür-şoku olarak özetlenebilir. Şehirde yaşayan insanların büyük kısmının fordist sistemin gazabına uğramış Charlie Chaplin'den bir farkı yok zira roller de, istekler de, arzular da, duygular da birbirilerine karışmış durumda. Ancak kadınların günümüzde yaşadığı hayatın temel olarak iki sıkıntılı noktası var. Birincisi tüm insanlığın şu andaki ortak sorunu olan hayatı belli kalıplara göre yaşamak zorunda oluşları; ikincisi ise bu kalıpların kendileriyle çok az ortak noktası olan erkekler tarafından kurgulanması. Her nasıl modern dünya Batı kültürü ve hatta onun çok az bir kısmı modellenerek yaratılmış ve diğerleri o hayatı, onlar gibi yaşamaya mecbur bırakılıyorsa, erkeklerin yarattığı tüm değerler de kadınlara dayatılmakta. Çünkü bu dünyanın egemen doğruları erkekler tarafından yaratıldı, tüm mücadeleler onların düşünceleri üzerinden yapıldı; o düşünceler ise erkek güdüleri, erkek duygularınca şekillendirildi. Dolayısıyla kadınların bu doğrular üzerinden isteyecekleri her hak aslında erkeklerin yarattığı bir düzen içinde onlar gibi olmaya ilerleyen bir adım.

Erkekler ve kadınlar konusunda koyu faşist bir tavır benimsemediğimi belirttim. Erkeklerin inşa ettikleri bu dünyada yalnızca erkeklerin dünyası değildir; bugünkü birikimimizi oluşturan çoğunluğu erkek güruh, doğruyu ararken erkekleri değil tüm insanlığı düşünmüşlerdir. Ancak bunu yaparken duygudaşlık kabiliyetleri ne kadar gelişirse gelişmiş olsun dünyaya, sorunlara ve çözüm ihtimallerine bir erkeğin gözünden bakmışlardır. Kadınların dünya üzerine yansıması ise yalnızca onların erkeklerin dünyasındaki yer itibariyle olmuştur ve bu erkek-egemen tabloyu yıkabilmek de en önce modern kalıpları yıkılmasıyla başlayan uzun bir dönemi gerektirir.

Hiç yorum yok: