12 Eylül 2008 Cuma

KARANLIK ODA*83

Sabah erken kalktım ve birkaç saatlik bir yolculuğun ardından ormanı aşıp deniz kenarındaki kasabaya vardım. Burası belki elli yüz hanenin yaşadığı, havasıyla ortaçağ kasabalarını hatırlatan, bu yüzden gözümde gerçeklikten kopmuş masala karışmış bir yer. Bugün burada olmamın sebebi biraz erzak ve sigara için de tütün ve çarşaf almak… Alışveriş sırasında köylülerle sohbet ediyorum; pek sık görünmeyen bu yabancıya karşı biraz meraklılar. Soru soruyorlar benimle ilgili ve ben kaçamak cevaplar veriyorum. İşim bitince sabahki yolculuğun aynısını bu kez geriye doğru yapıyorum. Kulübeye döndüğümde bir sigara yakıyorum; neredeyse akşamüstü olmuş.

Her nefeste tütünden ve kağıttan gelen çıtırtı seslerini dinleyip bugünkü düşünce konumuzu belirliyorum. Evet, artık her gün böyle bir şey var: Acılara neden olan şeyleri dağınık olarak dile getirmektense o gün canımın istediğiyle uğraşıyorum. Belki biraz daha rahatlatıcı ve pratik bir şey…

Ormanın siyah ağaçlarında yapılan kulübe dışarıdaki yağmurla her dakika biraz daha çürüyor. Herşey yoruyor onu neredeyse… Damarına çakılan her bakır çivi canını alıp yağan yağmurlar çürütüyor bedenindeki örgüleri. Ve güneş ortaya çıktığında ağacın kabuğu çatlayıp içindekileri ortaya saçıyor, savunmasız bırakıyor onları. İşte hayat diyorum ve ben; bu hayatın ne menem bir şey olduğunu anlatırken kendime. İlk nefesle başlarken hayata kendi ayaklarımızın üzerinde durmaya başladığımız günden beri bazen bir kulübe, bazen koca bir şato inşa eder gibi hayatımızı inşa ediyoruz ellerimizle. Önce yaslanacağı destekleri koyup sonra evi tuğlalarla tek tek çevreliyoruz. Ardından da süslü bir çatı koyuyoruz tepesine. Tabi bazı hayatlar daha şatafatlı; balkonu olan var, havuzu olan var, terası olan var… Kısacası türlü şekillerde, kendimize ve imkanlarımıza göre yavaşça şekillendiriyoruz onu. Ev bitince karşısına geçip bir süre izledikten sonra evimizi, o tatlı yorgunlukla iç dekorasyona koyuluyoruz. Oturma odamızı dostlarımızla, mutfağı yeteneklerimizle, çalışma odasını iş arkadaşlarımızla, yatak odamızı sevdiğimiz insanla süslüyoruz. Bazının hayatı uzaktan bir sanat eserini andıracak kadar güzel, bazının ki ise ne olduğu anlaşılmayacak kadar biçimsiz. Kimi kendini desteğe koyuyor evini inşa ederken, kimi kendinde o gücü bulamadığı için başkalarından destek alıyor. Ama herkes bir şekilde, birbirlerinden çok farklı olsa da bir hayat yaşayıp kendisine böyle evler yapıyor.

İşin aslı ben de kendine o gücü bulamayıp hayat evini başkasından destek alarak yapanlardanım. Önce neden o gücü bulamadın diye soracaksak bunun hayat olan inançsızlığımla izah etmenin mümkün olabileceğine inanıyorum. Neden bilmiyorum; niye bu şekilde inançsız ve hayata karşı miskin bir tavır benimsediğimi bilemiyorum. Daha önce de dediğim gibi belki kaybetmekten korkmaktan yani bir şekilde ulaşamama korkusundan bu hale geldim. Ya da belki de korktuğumdan… Sebep her neyse bir türlü kendimden destek alarak, kendi doğrularıma yaslanarak beni saklayacak, bana güven ve huzur verebilecek yuvayı kuramadım. Sonra hayatıma bana o güne kadar yaşamadığım duyguları yaşatacak biri girdi…

ilk nefeste ağlar ya bebekler benim de bu hikayem öyle bir acıyla, öylesine bir gözyaşıyla başladı. Hep efsanevi gelmiştir bana o başlangıç; Sıla’yla ilk göz göze geldiğimizde kalbimde duyduğum sızı fazlasıyla abartılmış aşk hikayelerinin başlangıcı gibidir. Ama ve lakin gerçekten olmuştur. Sıla bana bakıp gülümsediğinde ben tüm benliğimle o gülümseyişin ısıtan sıcaklığını hissetmişimdir. Bunu anlatmak çok güç… Sıcaklığından, yakıcı etkisinden ve verdiği kocaman mutluluktan ötürü bunu anlatabilmek görülen bir rüyayı başkasına tam anlamıyla anlatabilmek kadar zor. Devamı ise hepsinden daha beter.

Sıla’nın varlığının anlam kazanması yollarımızın ayrılışına tekabül eder…

O hayatı inşa ederken, doğru temeli seçmek kadar yanlış temeller üzerine kurulmuş bir yapının yıkılmamasını sağlamak da maharet ister; ben hayatımdan çıkışıyla yanlış bir seçim olduğunu anladığım Sıla’nın kaybında anladım bunu. Onu kaybetmek bir bakıma beceriksizlikti… Peki onu, üzerine koskoca bir ev kurduğum desteğimi hayatımda tutacak adımları atamamak ve böylece onu kaybettiğimde hayat diye kurduğum evin tüm şiddetiyle üzerime çökmesi neydi?

Peki canım yandı mı hiç?

Bileklerimden akan oluk oluk kana, iskeletimin önemli parçalarından olan ve şu anda kırık durumdaki birkaç kaburga kemiğime, ezilen muhtelif yerlerime, kopan parmaklarıma ve üzerime enkaz olup çullanmış hayatıma rağmen canımın yanmadığını biliyorum. Karanlıkta gözüme süzülen üç beş ışık demetinde sonsuz bir kayıtsızlıkta hiçbir şey hissetmediğimi hatırlıyorum. Hayat o anda, onun beni terk edişiyle yok olup gitmişti; giden tüm acılarım, tüm mutluluklarım, hayattan ve gelecekten tüm beklentilerim, geçmişe dönüp baktığımda yüzümde tebessüm oluşturan anılarımdı. Sıla giderken bana dair herşeyi alıp gitmişti. Ve her şeyin anlam olarak tam karşılığını artık üzülmeye veya canımın yanmasını sağlayacak duygularımın da hiçe döndüğünü anladığımda öğrendim. Ben o kadar olayın arasında adeta hayatsız kalmıştım. Aklımdan geçen tüm bu şeyleri bir kenara bırakıp kendime gelmek için yeni bir başlangıca ihtiyacım olduğunu kavradığımda ise aslında hiç hakkında ne kadar az şey bildiğimi ve ona ne kadar uzak olduğumu fark ettim.

Bunu ben söylemiyorum; pek çok insan hayatlarını bir evi inşa edermiş gibi yaşıyor. Güzelce dekore ederek o evi, sonradan dışarıdan görenlere gösteriş yapıyor. Kabul edelim lütfen, pek çoğumuz ve hatta belki hepimiz başkaları için yaşıyoruz. Tüm bu durumu doğrulayan ise aslında hepsi bir zamanlar güzel evlere sahipken artık hayatları enkaza dönüşmüş, hiç olan, hiçbir şeyleri olmayanlara verdiğimiz-vermediğimiz değer. Oysa o insanlara bakıp enkazların da değerli olabileceğini görmek çok zor değil. Ben bunu, o enkazın altında yatarken bile diğerlerine anlatabileceğim çok şeyim olduğunu anladığımda fark ettim. Enkazımı sahiplenmem ise o hiçbir şeye anlam katmam, kaybettiğim her şeyin yerine hiçbir şeyi koymam demekti.

Hayatımın enkazını sahiplendim… Ve kendime, hayatta mükemmeliyet kadar mağlubiyetin de insana ait bir şey olduğunu ispat edercesine o harabenin ne denli ben olduğunu söyledim. Sıla ise bir varlıktan daha çok yokluk olarak kabul edilecekti artık. Onun yokluğu bir varlık olarak vücut bulduğunda ruh halimde rüzgar zamanla üzerimdeki enkazı sıyırıp aldı. Aslında şimdi yokluğu varlığı daha büyük bir parçaydı benden; varlığından daha sivri, daha çarpıcı ve can acıtıcı bir şeydi yokluğu. Beni ayaklarımın üzerine basmaya zorlayacak, tek olmaya itecek ve bana yalnızlığın bir seçim değil zorunluluk olduğunu öğretecek kadar kanlı canlı dururken karşımda huzurumdan çok fazla şey götürdü. Sürekli uyanık olmanın ne demek olduğunu öğretebilecek bir tek oydu sanırım. Ve konu mutluluğa gelecekse eğer şunu söylemem mümkün ki yoklukları varlıklardan daha iyi kavrayabilmek çok az kişiye bahşedilmiş bir yetenekti; ve bende olmayan.

Sigara alevin kağıtta yayılarak yarattığı çıtırtılarla son demlerine geliyor. Kendimi ve onu, herkesi düşünüyorum… Bugün veya herhangi bir zamanda yalnız kalmaya sebebin mükemmeliyete olan tutkun halimizin hatası olduğunu anlatıyorum boşluğa. Zaman mükemmeliyetinden taviz vermediğimiz herşeyi tamamıyla aldı bizden ve yerine yalnızca yokluklarını bıraktı. Oysa onlara değişme, belki yok olma imkanını versek bu denli uzak olmazlardı bize. Kimse onların haline anlam veremese de yanımızda olurlardı; bilmiyorum, belki aradığım küçük sır bu… Belki bizim sırrımız bu olacak.

Son bir nefes daha diyorum en az üç kere.

Odanın penceresine doğru baktığımda tıkırtıların cama vuran yağmurlar olduğunu görüyorum. En klişe depresyon vaziyetleri için böylece tablomuz tamamlanmış olmuş. Düşünceler ise en basit benzetmeyle havada uçuşup sigara dumanına karışıyor… Hala bir şeylerin peşinden koşmak güzel; eylem sürekli düşünmek de olsa yapılan herşey umuda olan inancın belirtisi. Bir şekilde bunun içinden sıyrılmaya çalışıyoruz, atlatmaya çalışıyoruz ama bunun sonu yok, bunu da biliyoruz. Benim için varlıkla yokluklar arasındaki çizgi bu odanın içi ve dışı arasındaki sınır kadar belirli olana kadar en azından.
----------------------------
*Fotoğraf devianart'tan mosredna'nın classic road adlı eseridir.

Hiç yorum yok: