27 Aralık 2008 Cumartesi

FIGHT CLUB

Aslında hakkında yazı yazılması gereken en son filmlerden biridir FIGHT CLUB… Bu öyle bir filmdir ki, beğenen, içinde değindiği noktalarla anlatış tarzıyla, kurgusuyla, oyuncuların ve yönetmenin üst düzey performansıyla onu izlediği en iyi üç beş film arasında yerleştirir; beğenmeyen ise karman çorman hikayesiyle, içerdiği yoğun şiddet ve anomaliye kaçan cinsel içeriğiyle onu iğrenç bir film olmakla itham eder. Ben, şayet varsa da, bu ikisi arasında yorum yapan birine rastlamadım… Bu yüzden iyi yönden ele alacak olsan söylenecek bir şey çıkmaz, kötü yönden ele alacak olsan kıyamazsın. Netice itibariyle iyi veya kötü olarak en çok ses getiren filmlerden biridir; ben de o getirdiği seslerden, kendimce bir demetini sunmaya çalışacağım…

Şimdi futbolu bilenler için söylüyorum: Futbolda en başta gelen kurallardan biri, biliyorsunuz takım oyunudur. Tek başına yıldızlar hiçbir zaman işe yaramaz, çünkü futbol kolektif bir emeğin ürünüdür ve bu yüzden takım içindeki dengelerin iyi kurulması, saha içindeki oyuncuların dikkatli biçimde koordine edilmesi gerekir. Fakat bu da yetmez… Tüm bunlarla beraber takım içinde bir kimya, bir ruh yaratılmalıdır. Bu kimya, ruh yaratıldığında ortalama bir kadroyla iyi işler başarılır, iyi bir kadroyla harikalar yaratılır. Tam tersine o ruh yaratılmamış ise, süper bir kadro da tam manasıyla hezimete uğrayabilir… Ekip kavramının en ön plana çıktığı futbol açısından bu böyledir; sadece yıldızlar futbolda hiçbir işe yaramaz. İşte Fight Club da, bir gişe filminin sahip olabileceği en iyi kadroyu bu şekilde harmanlayarak, kadrosunun kalitesini, yakaladığı kimyayı beyaz perdeye en iyi şekilde aktarmıştır. Kitaplarındaki kurguyla insanı bir o köşeye, bir bu köşeye yatıran, kopartan, edebiyatı ve değerleri, kelimelerinde, tam manasıyla paramparça eden, anti-kahraman yaratma ustası Chuck Palahniuk yazar; Seven gibi, görselliği ve vuruculuğu ve tabii yine inanılmaz kurgusuyla ön plana çıkan filmlerin yönetmeni David Fincher yönetir; oynadığı her filmde başka bir karaktere, kanıyla canıyla hayat vermiş, yalnızca tipiyle değil yeteneğiyle de yıldızlaşan Brad Pitt ile tanıdığım en sağlam oyunculardan biri olan Edward Norton başrolleri paylaşır, bir de bunlara dünya üzerindeki mevcut kadınların karizma eksiğini tek başına kapatan Helena Bonham Carter eklenirse pekala ortaya güzel bir film çıkabilir; ancak böylesine acayip bir kadro, ender biçimde böyle bir kimyada buluşur. Şahsi kanaatim bu filmin bu kadar ön plana çıkışında bu kimya vardır. Filmi başarılı kılan diğer tüm etmenler ise, etkileri açısından daha arkada yer alırlar. Fıght Club’ın kült olmayı başarması, ekibin eseri kişiliklerinin ötesine taşımasıyla yakından ilintilidir. Sanırım kitabını okuyanlar da beni anlayacaktır…

İçerik olarak Fight Club’ı değerlendirmek ise aslında onun başarısı altında biraz daha zorlaşmakta… Genel olarak filmde aktarılan fikirleri siz, filmin akışıyla bir bütün halinde algılıyorsunuz; yani tabir-i caizse, hem kitapta, hem de filmde alt metni yapıtın bütününden ayırmak mümkün değil. Bu şekilde siz filmi izlerken, olaylar ve diyaloglar içinde Palahiuk’un düşünce dünyası da arka planda akmaya devam ediyor… Filmde, başarısız roman uyarlamalarının aksine, görselliğin, hayal kırıklığı yaratmaktan öte fikri ve olayı tamamlayıcı boyut kazanmasının altında bu nedenin yattığını düşünüyorum. Halihazırda tüm film boyunca dozu düşmeyen saldırganlık ve cinsellik aslında yazarın düşüncesinde ön plana çıkan dağınık figürlerin yalnızca birer tezahürü; kitap ve filmde gördüklerimiz, hikayenin temelini teşkil eden dibe vurmuşluğun, her gün gözümüzün önünden akan suretleri gibi. Başrol oyuncularının yalnızca yüzleri dahi, kitaptaki karakterle bire bir örtüşmekte neredeyse; Brad Pitt’in alıştığımız serseri ve biraz da sert halleri, Tyler Durden karakterinin tümüyle örtüşüyor; keza Edward Norton’ın Brad Pitte’e kıyasen efendi duruşu da kitaptaki anlatıcı ile… Kitabın şeytani melikesi Marla Singer ise filmde karşımıza Helena Bonham Carter’ın biraz saf ifadesi ve dandik saçlarıyla çıkarak, zaten sayısı oldukça az olan ana karakterleri mükemmel biçimde örtüyor. Karakterlerin, kişilikleriyle görüntülerinin uyumu o kadar yüksek ki, kitabı okuyan pek çok kişi için Tyler Durden’ın gölgesinin Brad Pitt’in hınzır ifadesinde yaşadığını tahmin edebiliyorum. Kitap her bir sayfasıyla, karakterler o karamsar tiratlarıyla yaşıyor filmin içinde… Kısacası Palahniuk’un kopmuş karakterleri, her yönüyle beyaz perdede gözükebiliyor.

Bu başarı da en büyük pay sahiplerinden biri de elbette yönetmen David Fincher… David Fincher bize hazırladığı küçük sürprizler ve kurduğu mizansen ile ustalığını konuşturmuş, kitabı okuyanlar için kitabın atmosferini başarılı bir biçimde yansıtmakla beraber kitabı okumayanlar için sıradışı bir hava yaratmış. Oldukça karmaşık hikayeden tam koptuğunuz da filmde gözüküp kaybolan görüntülerle sizi yeniden ve yeniden hikayeye dahil ediyor. Daha önce de bahsettiğim gibi, oyuncu-senaryo-yönetmen arasındaki uyumun üst düzeyde olması, filmin seyirciyi içine çekmesi bakımdan oldukça önemli; Fight Club’ın ekibi yarattıkları kimya ile bunu oldukça iyi başararak etkileyici bir filme imzayı atmışlar.

Roman uyarlamak her zaman sıkıntılı bir konu olmuştur; kitabı okuyanlar halihazırda kafalarına, kitabın içeriği ile ilgili bir evren kurmuş olduklarından, konu bir kitabın sinemaya aktarılışı olduğunda çoğunlukla başarıdan da söz edilemez… Ancak bazı istisnai filmler vardır ki, A Clockwork Orange veya Dead Poem Society gibi, bunlar hem başarıya ulaşır hem de kitabı bir adım öteye götürür; kanımca Fight Club da bu filmlerden biridir. Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ın başında sarf ettiği güzel cümledeki gibi “Bir kitap okudum hayatım değişti” demek istiyorsanız, ya da en azından güzel bir şekilde harcamak istediğiniz zamanınız varsa, tabii hala izlememiş olanlar için, Fight Club, naçizane önerimdir…

Hiç yorum yok: