24 Aralık 2008 Çarşamba

FISTIK TEPESİ


Kim uyduruyor bunları bilmiyorum… Ama kim uyduruyorsa söyleyin kendisine, onun ne olduğunu kavradık, şimdi vakti geldiyse bize, onun nerede bulunabileceğini de söylesin.

***

Bir varmış, bir yokmuş…

Küçük kız, o zamanlar belki, yüreğini sonradan sonraya dolduracak olan o hürriyet duygusuyla tanışmıyormuş henüz ancak okula tek başına gideceği ilk gün, o duyguya benzer bir hissi parmak uçlarında dahi hissediyormuş. Babasıyla iki yıl boyunca adımladığı sokaklardan şimdi kendi başına geçecek, daha önce küçücük saniyeler boyu seyredebildiği o hayatın içine şimdi girecekmiş. Adını koyamadığı hissiyatının sebebi buymuş… Böylece uyanmış uykusundan taptaze bir heyecanla, okul kıyafetlerini giymiş, ayakkabılarını ayağına geçirmiş, saçlarını taramış ve kâküllerini annesinden yadigâr mavi bir bandana ile toplamış. Aynanın karşısına geçip, bir peri kızı, bir melike gibi gördüğü henüz on yaşındaki bedenine bakmış, odada o duymasa da gaipten sesler yükselmiş: Tanrım ne tatlı bir kız, diye. Ardından, o sesler sarmalamış kızı, bunca fısıltı bir toprak kokusu gibi ellerine, yüzüne bulaşmış, hayatının büyülü hali kızın kokusu, beyaz teninin rahiyası oluvermiş.

O gün her günkü gibi adımlayarak sokakları okuluna gitmiş; ertesi gün de ve ondan sonraki gün de… Ve fakat günler böyle geçtikçe adımları ve yolculuğu onu yormaya başlamışken, bir gün mavi bir bisikletin peşine takılınca, işte o ilk gün ne olduğunu bilmese de içinde hissettiği hürriyeti keşfetmiş. Bisikletli çocuğu keşfetmiş, onun arkadaşlarını, ardından kıpkırmızı balonu, sonra mahallenin bakkalını, envai çeşit şekerleme ve oyuncağı… Ceplerinden saçılan fıstıklarda Fıstık Tepesi’nin hatırasını tatmışlar, çocuk mavi bisikletinin tepesinden bazen de korkulu hikâyeler anlatmış. Her bir sokakta başka bir duvarı yıkarak gezerken dilinde damağında yaşamın fevkalade tadını duymuş; saatleri güneşle bir olup eritmiş minik parmaklarının arasından süzerek. Kırlara uzanıp bulutlardan resimler yapmış: Bir papatya, bir yağmur damlası ve bir kelebek. Ağaçlara tırmanıp ceplerine yeşil, kırmızı ve sarı yemişlerden doldurmuş, anne kuşların yavru kuşları besleyişi izlemiş. Akşam olduğunda tek bir kelime etmemiş, elbiselerini çıkarıp bir kenara koymuş. Yatağın içine gömülmüş ve gözlerini uykuya yummamak için çabalarken güzel bir rüyayı yeniden ve yeniden görmek için uyumaya çalışan başkaları gibiymiş.

Zaman o en hızlı yaramazlıklarla akıp giderken, geçen her günde okulun eksikliği daha da hissedilir olmuş. Bu yüzden arada sırada okula gitmeye de karar vermiş küçük kız; ancak bunu nasıl yapması gerektiğini bilmiyormuş. Şöyle yapmış: Bir kâğıt kalem alıp eline, önce zevkle adımladığı sokakları derlemeye çalışmış bir yol olmaları için. O at arabalarının dahi giremediği arnavut kaldırımlı sokakları koymuş arka arkaya, sonra yaşlı amcaların yola attıkları sandalyelere oturup kağıt oynadıkları sokağı, onun arkasından da gürültü yapan çocukların başından aşağı bir kova döken ve böyle böyle çocukların maskarası olmuş ağaçkakan teyzenin oturduğu sokağı eklemiş. İşte o sokağın başından, o küçük marketin hemen solundan dönünce, bir zamanlar kurşun askerin satıldığı söylenen oyuncakçıyı da geçince, okulun olduğu meydana gelinebiliyormuş. Haritasını böylece katlayarak cebine koymuş ve ertesi gün yapacağı yolculuğu düşleyerek uykuya dalmış.

Ertesi gün hava karardığında, yine yatağına uzanmış hayalleriyle gökyüzü kıldığı tavanı seyrederken, aklında nasıl olup da okula gidemediği sorusu varmış. Uzun zaman düşünmüş; sabahki heyecanını ve o heyecanla haritaya tekrar ve tekrar baktığı hatırlıyormuş. Evlerinin bulunduğu sokaktan çıktıktan sonra haritada işaretlenen sokakları adımladığını, kedi yavrularını sevdiğini, yaşlı ve meraklı teyzeden fıstıklı un kurabiyesini, bakkal amcadan acı çikolatasını aldığını, diğer kızlarla seksek oynadığını da hatırlıyormuş. Ne var ki bu yaptıkları onu okula getirmeye yetmemiş. Çünkü insanların dikkatsizce yürüdüğü bu sokaklar onun için yol değil ancak birer yaramazlık sebebi, apayrı haylazlıklara açılan kapılarmış. Bunu başkalarına anlatmalıyım diye düşünmüş hemen, ufacık zihnindeki koca dünyanın kelimelerine sarılmış, aynı okula gitmek isterken sokakları derlediği gibi derlemeye başlamış onları…

***

Nasıl anlatılır bilmiyorum. Çevremdeki insanlara bakıyorum, naçizane tecrübelerime eğiliyorum, bilhassa sevgiye ve aşka karşı her adımımızda kendimize kastettiğimizi görüyorum. Ne kadar büyütüyoruz her şeyi, elimize bir şey geçmeye görsün, nasıl da dünyayı değiştirmesini bekliyoruz ondan. Hepimiz âşık oluyoruz, hepimiz sevip seviliyoruz mütemadiyen, hepimiz aşk hakkında üç beş kelam ediyoruz hemencecik: Aşk, dünyanın en yüce, en asil duygusudur, diyoruz. Bununla bitmiyor, ardından ekliyoruz: Aşk sonsuzdur, aşk güçlüdür, aşk ölmez, aşk bitmez, hele sevgi hiçbir şartta sona ermez, seven aldatmaz, âşık olan bırakıp gitmez, sevmek fedakârlık ister ve milyonlarcası… Daha söyleyeyim mi: Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk, diyoruz. Susmuyor dudaklarımız, aşkın sevginin içinde küçük hesapları yüceltip duruyoruz. Zihinlerimizde, kavgalarımızda savrulup duruyor duygularımız, aşklarımız ve sevgilerimiz bahanelerimiz oluyor.

Susalım lütfen; şimdi sessizlik için konuşuyorum.

En önce şu meseleyi birkaç kelimeyle kapatalım hemencecik: Artık el ele verelim, destek çıkalım birbirimize, sevgiyi aşkı muharebelere cephane yapmayalım. En önce bunu başaralım. Sonra, sonra parmaklarımızı uzatıp o ta uzaklardaki yerleri, duyguları, tarifi için mükemmel haricinde kelimeye ihtiyaç duymayacak şeyleri, her gün yaşadığımız şeylerin karşılığı olarak göstermeyelim. Kendi hislerimiz eşi bulunmaz kar tanesiymiş gibi sarıldığımız en başta aşka ve sevgiye, sonra bütün duygulara ait beylik lafları bir kenara bırakalım. O her kalıba sığan varlıkları, hem kendi küçük dünyamıza sınırlamayalım, hem de onları büsbütün hayatımızın dışında bırakmayalım. Bir gezinti yapalım içinde; ilk sözlerimiz onların sınırları hakkında değil hissettirdiklerine dair olsun. Sonra ortaya saçalım hepsini; bu mavili pembeli hislerin içinde aynı duyguların farklı tezahürlerini görelim. Aşk sonsuzluktan, her şeyi değiştirmeye yetecek güçten, ölümsüzlükten bir alamet değil, başlı başına eksiklikleriyle, bizi savurduğu köşeleriyle, içimize serdiği her renkten baharla bir evren olsun. Susalım, yalnızca hissedelim ve bizimle aynı şeyleri hissetmiyor diye diğerlerini suçlamayalım. Beceriksizliklerimizin tesirini aşkın kudretiyle yarıştırmayalım.

Çünkü…

Bir gün öleceğiz diye hayatı, geçip gidiyor diye baharı, silinip kuruyacak diye gözyaşını, anlatılıp unutulacak diye masalları yok saymak akıl karı değil. Mükemmeliyeti bir kenara bırakıp, görmeyecek gözlere en güçlü ışığın dahi görünmeyeceğini anlatalım; varsa bir sınır, sonsuzluk, o da mutlaka insanın zihnindedir.

***

Onu aramış günlerce, bulamamış. Kelimelerine ve cümlelerine bakmış önce, mürekkep lekelerindeki tadını, yarım kalmış cümlelerdeki kokusunu duyabilmiş ancak. Aynaya baktığında tamı tamına on iki yıl evvel aynada gülümseyen kızın heyecanını hissetmiş. Pencereden yılları paylaştığı kasabaya bakıp sevgilisinin mavi bisikletini aramış; ne var ki, yok, kayıp, sürgün, bulamamış. Sonunda hayatını başlatan sokaklara düşmüş…

Bir ipucu varmış elinde yalnızca: Kelimeler; bu serseri sevgilinin, kaçıp giden sevgilinin kelimeleri. Mektuplarından, birbiri ardına dizilmiş aşka ve sevdaya dair kelimelerden anlattığı aşkın ait olduğu yeri bulmaya çalışmış. Kasabanın yaşlılarını gezmiş birer birer; herkese böyle bir aşkın yaşadığı yeri sormuş. Sonra bir teyzeden buralardaki aşkın Fıstık Tepesi’ni anlattığını öğrenmiş. Yıllarca evvel kasabadan kaçıp giden aşıkların saklandıkları yermiş orası. Birbirlerine bir zamanlar utanarak bakan aşıkların cesareti bu kaçışı hazırlayınca kasabanın duygu dünyası birden bire değişmiş. Yolu, izi bilinmez bu tepenin hikayesiyle ilhamla aşık olmaya başlamış herkes. Fıstık Tepesi, kelimelerinden soyutlanıp bir anlam oluvermiş böylece. Kasabadaki erkekler bir kıza bağlandıklarında onunla Fıstık Tepesi’ne dahi gidebilirlermiş. Kızlar bir delikanlıya kaptırdıklarında gönüllerini o fıstık tepesine dahi gitse bekleyebilirlermiş. İki gönül arasındaki tüm münasebetlerin tarifiymiş Fıstık Tepesi, o günden beri. Hisler Fıstık Tepesi kadar mor, onun kadar heybetli, en uçları onun tepesi kadar rüzgarlı, onları yaşamak bu tepeye tırmanmak kadar zor, mutlu mavi duyguların gücü onun ardındaki yerler kadar sonsuzmuş. Tüm bunları dinledikten sonra o tepeye giden yolu sormuş kız. Ne var ki hiç kimse, bu tepenin efsanesini dilden dile yayanlar dahi oraya gidecek yolu bilmiyorlarmış. Herkes aşka dair duygular hissettiği zaman içinde parmaklarıyla gururlanarak orayı işaret etse de evet, hiç kimse aslında oraya giden yolu bilmiyormuş. Başkalarına sora sora hikayenin de farklılaştığını görmüş; kelimeler, kelimeler ve kelimeler bir mananın etrafında dönüp durup onu kıstırmış, tam isabet olmasa da manayı bir çembere sığdırmış. Bu ipince anlamın adına Fıstık Tepesi demiş herkes.

Cebine uğur getirsin diye, kasabanın çapraşık sokaklarını çizdiği haritaları koymuş. Sırt çantasına sevdiğinin mektuplarını, annesinden yadigar tül parçasını, acı çikolatasını, fıstıklı kurabiyesini, işe yarayacak yaramayacak çeşitli şeyleri sıkıştırmış. O akşam, hürriyeti tattığı sabah gibi Güneş’i o efsanevi tepenin arkasında görerek yola düşmüş. İlk adımları korkunç derecede değersizmiş bu tepeyi anlatan onca kelam arasında.

***

Aşk ne sonsuzdur, ne de ölümsüzdür, dilden dile dolaşmış tüm efsanelerdeki gibi… Onu bu kadar güçlü ve değişik yapan insanlarda görülen milyonlarca suretidir. Bu milyonlarca surettir onu büyük bir mana çatısı altında yekpare kılma çabasının nedeni; hayatta hangi şey belirsizlik kadar tehlikeli ve hangi duygu aşk kadar belirsizliklere gebedir? Aşk ve sevgi, belki iki düşman kardeş, bir insana bağlanmak, kaderini onunla ortak kılmak demek dev aynasında gördüğümüz benliğimizin ayaklarının yere basmasıdır. Koskoca dünyamız bir ufak çehredeki kıpırtılara, bir çift göze, bir gülümseyişe sıkışır; kimse kabul edemez böyle esareti. Peki çaresizliği kutsal, daimi olarak kabul etmek midir budur sonu? Aşk minik bir ayrıntıdan ibaret olsa, kolları bir kız çocuğu gibi cılız olsa, bir mum gibi rüzgarların en hafifinde sönse bir şey kaybetmez ki güzelliğinden; aşk bir otobüs camında rastlanılan melaikeye karşı olsa da, tüm ömür boyu koynunda yatacağımız şefkat dolu sığına olsa da yine de aşktır. Ona her an bir başka köşe başında rastlayacak olsak da yine o, odur; bizzat kendisidir. Ömür boyu aranıp bulunamayacak, hiç tadılamayacak kadar değerli bir şeyden defalarca daha da değerlidir. Ve tabi her şey gibi kendisini anlatacak her şeyden başkasıdır yine de.

Sevgi, aşk, sadakat, dostluk vs… Tüm bunları şimdi yaşanılmaz kılan, bize ızdıraplar çektiren bizim küçüklüğümüz değil tüm bunlar hakkında söylediğimiz kocaman sözlerdir; bizler, kendi eksikliklerimizi her dakika içinde hissettiklerimiz hakkında, zamanın birinde var ettiğimiz büyüklükle yarattık. Fakat bildiklerimiz, söylediklerimiz arttıkça keşfetme duygumuz azaldı; sevginin, dostluğun kendisine dokunamadan öğrendik her şeyi. Sürekli eksik kaldık, acı çektik ve belki de en kötüsü ne biliyor musunuz, kendi duygularımızı başkalarınınkine benzemiyor diye terk ettik… Oysa hiç kimsenin dilinde yoktu onların tadı, yalnızca onun tadı hakkında söylenmiş şeyler vardı. Böylesine bir yokluk içinde bizim tek hazinemizden, kendimizden vazgeçtik. Böylesi hangi fikre, hangi doğruya, hangi gerçeğe sığar…

***

Gittikçe kısalıyormuş adımlar, bir ormanın karanlığının içinde cesareti önce güneşin büsbütün batışıyla, ardından Fıstık Tepesi’nin upuzun fıstık çamlarının arkasında, gözden kaybolmasıyla kırılmış. Şimdi artık o tepeyi kaplayan fıstık çamlarının arasından, eğri büğrü bir patikadan yürüyormuş. Etrafına bakmış; yokuş yukarı giden yolun her iki yanına dizilmiş ağaçların tepesindeki kuş yuvalarını ve yine o ağaçların üzerinde gezinen sincapları görmüş. Buranın sokaklar kadar canlı, en az onun kadar heyecan verici ama şimdiye kadar kasabada gördüğü her sokaktan daha dinlendirici olduğunu düşünüyormuş etrafına bakınırken. Ormanın kendi karmaşasına karışan sakinliğinde ıslık çalarak yürümeye devam etmiş; tüm anlamları, içlerinden birinin tam bitti denilen yerde kendisinin tam karşıtını doğuruşunu ve böylece sonsuza kadar sürecek yaşantısını, gece ve gündüzün her gün birbirini takip edişini bir türküyle süslemiş. Bir kanat çırpışıyla irkilmiş; bir kuş havalanmış dallardan ve diğerleri, ya bunu bir tehlike olarak algılayarak ya da bu yalnız kız gibi ürkerek onu takip etmişler, belki de uçmak için hiçbir neden yokken. Dakikalar, birilerinin bir ormanı anlatırken yaşadığı anlaşılma çabası içinde kimine göre sıkıcı, kimine göre şiirsel bir anlatımla akıp gitmiş.

Fıstık çamlarının tepesinde dolunay gözükmüş artık. Yıldızlar dallarının arasından akıp ormanın karanlığına akmaya başlamış. Kız, her köşe başında, daha doğrusu ağaçların her dalında, her bir yaprağında kendisini buraya sürükleyen nedeni düşünmüş. Nihayet Fıstık Tepesi’nin en ucuna ulaşınca bir ateş yakmış ve dinlenmeye başlamış; artık yolculuğu sonuna geldiğini ancak halen daha bir yanıt bulamadığını fark etmiş. Hala sevdiği yokmuş ortalarda, bir sırrı aydınlatır, belki kasabadakilerin anlamsız inançlarına, adetlerini ortadan kaldırır, onlara gerçekten, gerçek aşktan bir haber verir diye çıktığı yolculukta elinde, içine düştüğü yorgunluktan başkası yokmuş. Heyecanla adımladığı bu yol, içine düştüğü ormanın sonsuz karmaşası onu yalnızca yormuş. Gözlerini kapatırken bir yerden aklına takılan döngü tekrar etmiş; tüm günün yorgunluğunu doğuran hengâmeden uhrevi bir sakinlik doğmuş. Kız yaktığı ateşin kenarında uyuyakalmış.

Sabah kalktığında hiçbir şey olmamış başka; yalnızca gözlerini açıp Fıstık Tepesi’nin üzerinden baktığında, bunca yükseklikten yaşadığı ancak asla böyle olduğunu bilmediği yerlerin güzelliğini görmüş. Fıstık çamlarıyla kaplı ormanın bir halı gibi tepeler ve tepeler boyunca yayılışını, gökyüzünde uçuşan kartalları, ta uzaklardaki belli belirsiz gözüken denizi ve tabi şimdi uzaktan, bir ağacın altına yayılan mantarlar gibi duran evleri, kasabayı görmüş. Hiçbir dağ veya tepeyle kesilmeyen, göz alabildiğine yayılan bu manzarayı ufka kadar görmüş. Tam o anda anlamış her şeyi, görmüş: Çantasını açtığı gibi sevdiğinin mektuplarını açıp okumaya başlamış bir bir, o mektubu bulabilmek için.

***

Hiçbir tasvir anlatılan şeyden güzel değildir; ve yazıktır pek çokları eksiktir, yanlıştır. İnsan bir şey anlatmaya başladığında bilir çünkü bu eksikliği, bu yüzden icat edilmiştir tüm o afili kelimeler. Anlatamayışın çaresizliğini anlattığımız şeyi abartmakla dengelemeye çalışırız aklımızca, oysa tek yaptığımız onu tanınmaz hale getirmektir. Dünyanın en değerli şeyleri böyle dilden dile dolaşarak ulaşılmaz hale gelmiştir; kendimizi bu talihsizliğin etkisinden kurtaralım. Tüm güzellikleri birer yokluk abidesi olarak görelim artık; bırakalım içimizdeki o yokluklar biricik kalıplarımızla, yalnızca bize ait o kalıplarda var olsun.

Aşktan bahsettik hep, eğer varsa aşka dair bir şey anlatılanlar değil diğer güzelliklerdir. Tüm güzellikler birbirini tamamlar; mahiyeti ne olursa olsun, o iplik kadar ince rüzgarı yüreğimizin neresinde estirirse estirsin tüm güzellikler tek bir şeyden doğmuştur: Bizden… Bu yüzden gözleri dört açıp bakmak gerekir hayatın içindeki aşkı görebilmek için, hayatın her köşesinde aşka dair bir işaret bulunur. Mesela, mesela bir öpüşteki sıcaklık, şimdi hissedebiliyorsanız şayet anlamlı olacak, aşka dair milyonlarca akisten biridir. Ne bir fahişenin, ne azgın bir bedenin hudutlarında bulunur o, teslimiyetin en dibinde rastlanır ona ancak; o yüzden güzel ve aşka alamet olabilecek kadar kıymetlidir. İnsanlar bunu, tüm o saçmaladıklarının yanında bulmuş olacaklar ki aşka simgeler aramışlardır var olduklarından beri, tanrıçaların güzellikleri bir çaresizlikten peyda olmuştur böylece. Sonradan unutulan da şudur ki bir şeyi hissetmek, onu gördüğünde tanıyabilecek kadar anlamak için onun hayattaki yansımasına, simgelerine bakmak yetmez, bilakis o yansımanın içinde olup hayata bakmak gerekir. Aşk, sevgi, bir kadının cazibesi, anne şefkati veya bir papatyanın masumiyeti, güzellik her neyse, mühim olan onu hissetmek değil, o hissediş içinde dünyaya yeniden bakmaktır. Çünkü en muhteşem, en gerçekçi alamet yalnız anlatmakta kalır, oysa en eksik yaşayış dahi hissetmektir. Hangisi daha kıymetli ona da siz karar verin…

***

Eve döndüğünde çocukken yazdığı onlarca defteri göstermiş sevdiğine; çocuk gülümseyerek almış ve okumuş hepsini. Kendi hatırasıyla rastlaştığı yerlerde, kelimelerin açtığı kapılardan ilerleyerek aşklarının başlayışına gitmişler. Sonradan sonraya tüm sözcüklerin aralarındaki boşluklarını, bedene konmuş ruh gibi geçmiş zamanın hisleriyle doldurmuşlar. Böylece anlatılanlar bir manaya bürünmüş ama bizim duyduklarımız, onlar eksik kalmış. Kıyafetler, ne kadar güzel olursa olsun, hepsinin tek kusuru varmış meğer, o da asıl güzelliklerini gizlerlermiş kadınların; anlam karşısında, asıl güzelliklerin karşısında, anlatılanların kaderi de bu olmuş. Bu yüzden bir masal olurken tüm bunlar, kız elinden tutarak sevdiğinin onu pencerenin kenarına götürmüş. Fıstık Tepesi’ne bakarken içinde bulundukları güzelliği hatırlamışlar bir kez daha. Her şeyin güzel olması için sonsuza kadar sürmesi gerekmediğini biliyor olacaklar ki o anın tadını sonuna kadar çıkartmışlar.

Masal da burada bitmiş…

Hiç yorum yok: