8 Aralık 2008 Pazartesi

TERK-İ DİYAR


Her şey o kitabın yaprakları arasında bir papatya bulmamla başladı…

***

Bir varmış, bir yokmuş…

Siyah saçları, kömürkarası gözleri tüm hikayesini anlatan kızın biri, herkesten kaçmak için başladığı yolculuğun bir gecesinde, neresi olduğunu bilmediği bir ormanın içinde, kapkara bir ağacın altında açmış gözlerini. Üzerindeki yaprakları ve yolculuğun izleriyle tüm toz toprağı temizledikten sonra yavaşça ayağa kalkıp şöyle bir bakmış etrafına. Karanlığın hakimiyetindeki ormanın içine süzülen ay ışığı, siyah beyaz filmlerdeki gibi parıldarken, baykuşlar başta olmak üzere tüm yabanıl hayvanların sesleri, kum saatindeki kum taneleri olup dolmaktaymış manzaranın içine. Havada gezinen ellerine çarparken rüzgar, kızı doğanın her nefesinde bir ürperti esir alıyormuş. Ve kız minik adımlarıyla ilerlerken ormanda, tabiatın korkunç tablosu, her adımda biraz daha geriye kaçıyor ve saklanıyormuş. Ancak bu kovalamacayı, çalıların arasından fırlayıp birden kızın eteğine yapışan iğrenç bir yaratık bozmuş… Çirkinliği tüm karanlığa rağmen fark edilen bu yaratığın ağzından, dakikalar boyunca kıza yalvaran cümlelerden başka bir şey çıkmıyormuş. Kız, zihninde en anlamsız rüyalar karşısındaki kayıtsızlıkla beraber, içine dolan şaşkınlık ve korku ile izlemekteymiş yaratığı. En sonunda çığlıklar o denli büyümüş ki kız, ormandaki diğer yabanilerin de uyanmasından korkup kabul etmiş yaratığın teklifini ve beraberce yola koyulmuşlar.

Yabancının peşi sıra ormanın içine ilerleyen kız, attığı her adımda, biraz önce korkuyla izlediği tablonun bir parçası haline dönüştüğünü fark etmiş. Artık tüm korkularından ve düşüncelerinden sıyrılırken böylece, nihayet yaratığın evi olan kulübeye geldiklerinde, kendine bir rol seçmiş bu tablodan. Simsiyah gözlerine ve beyaz yüzünün tamamına yayılan bir umutla gülümsemiş aya, kulübenin kapısından gelen gıcırtı aralarındaki pamuk ipliğini koparıncaya dek. Yaratığın yalnızca kemikten ibaret ellerinin ittiği kapıda ise “KARANLIK ODA” yazmaktaymış.

İçeri girdiklerinde, şömineden gelen ışıkla beraber ormanın içinden süzülen soğuk havanın taşıdığı karamsarlık yok olmuş. Yaratık, hemen başına koştuğu ateşi harlarken kız, şöyle bir bakmış odanın içine. Çatıdan sızan yağmurla sararan duvarlardaki garip resimleri, şöminenin üzerindeki minik oyuncakları, herhalde yabancının yatağı olan sofayı gözleriyle keşfettikten sonra şöminenin dibindeki koltuğa oturmuş yavaşça. Karşısındaki yatağın üzerinde, nereden geldi bilinmez, kızın belki bir kömür parçasıyla çizilmiş resmi varmış. Elle, aylarca yıllarca uğraşılarak yapıldığı belli olan bir çerçeve ayırıyormuş bu resmi dünyadan. Yaratık, kamburundan şikâyetçi olur gibi sesler çıkararak nihayet işini bitirmiş ve sevgiyle, kendi resmine bakan misafirine gülümsemiş. Ardından, aklına aniden bir şey gelen insanlara has yüz ifadesiyle, kitaplıktan tozlarla kaplı bir kutu getirip koymuş kızın dizlerine. “Bu senin hediyen demiş” rahatsız edici sesiyle ve aynı yalvarmalarındakine benzer bir ses tonuyla devam etmiş “Susma hadi, konuş benimle, her şeyi anlat. Bu yolculuğunu, duygularını, düşlerini ve hayallerini anlat. Kimseye söylemem söz, hatta senden bile saklarım onları; sen söylemedikçe bahsetmem sana onlardan. Ama yeter ki anlat kendini bana… Ne olur anlat.”

Yaratığın, odaya hâkim huzuru için için kemiren sesi kesildiğinde kız, elindeki tozlu kutuya bakmaktaymış. Önce ufak, beyaz elleriyle temizlemiş kutunun kapağını ve ardından üzerindeki kurdeleyi çözüp kapağını kaldırmış. Kutunun içinde her biri ayrı renkten kâğıtlarla paketlenmiş bir sürü çikolata varmış… Kız, mavi paketlerden bir tanesini açarak başlamış bu saatlerce sürecek ziyafete ve çikolatanın tadı damaklarına yayılırken, bir masal anlatmaya başlamış yaratığa. Gece ilerledikçe şöminedeki ateş büyüyüp tüm odayı ışıkla doldururken, yabancının çirkin maskesi yırtılmaya başlamış ve kızın dudağından dökülen her kelimede, her cümlede yabancının güzelliği artmış. Sabah olduğunda, yabancı, yatağının hemen üzerindeki pencereyi açarken, o denli masal birikmiş ki hafızalarında onları düğümleyen anlamsız tesadüfü dahi unutmuşlar.


***

Ve aslında bütün masallar, içinde gizledikleri olanca sırrı “bir varmış, bir yokmuş” diyerek en baştan anlatırlar bize. Geri kalan tüm şeyler ise aslında teferruattır…

Masal demek terk-i diyar demektir… Kişi kendi ruhu gibi sahiplenir fikirlerini ve anlatır kelimelerle. Ama ya bir gün olur da ellerimizdeki kelimeler yetmezse hissettiklerimizi anlatmaya, ya kelimelerimiz katılaşıp soğudukça birer düşünceye işaret eder olursa, ne yaparız o zaman? Kelimeler daha çok hissettirsin diye yeni kelimeler uydursak mesela, mümkün mü böyle bir şey? O zaman diğer anlatılar gibi öznel olup kendi içine çekilmez mi onlar? Tek yol kelimelere yeniden anlamlar vermek, kelimelerden bir dünya yaratıp o dünyaya göre kullanmak kelimeleri; gerçekliği terk etmek nasıl fikir peki? Öyle yaparsak da bir masal yazmış olmaz mıyız zaten? Masalın içindeki sır sanırım peşinen “bir varmış, bir yokmuş” demek, diyebilmek. Aklımızın bize anlattığı bu masallar gözlerimiz kapalıyken varmış da ve tüm onlar o zaman anlamlıymış da gözlerimizi açtığımızda hepsi yok olacakmış gibi aynı… Ama bu sırrın tadına varamayanlara göre de değersiz hepsi tabii. Ben bir peri kızını anlatırken sen kendi sevdiğini düşleyebiliyor musun, onun benzersiz güzelliği yansımıyor mu kelimelerden gözlerine? Eğer yansıtabiliyorsam varsın öyle olsun...

Sen gerçekten ne hayır gördün ki, “gerçek budur” dediğinde bunu kime anlatabildin ki? Çekiştirilip durdular en fazla, oysa masalsılar yakıp attı fikirlerin boğuculuğunu. Sıkışınca “masal bu ya işte” deyip geçtik. Sanmam bir düşünce bir masal gibi dilden dile anlatılabildi böyle… Sen de rüyaya yat o zaman, bırak anlatılanlar bir masal olsun. İçinde bu hayattan, en azından senden bir parça var ya, onu hissedip hissettirebiliyorsan yeter de artar bile...
....................................
*fotoğraf fotokritik'ten denizlerin adlı kullanıcıya aittir, bir papatya...

Hiç yorum yok: