30 Ocak 2009 Cuma

MELEK


Şehrin ışıkları camda kırılıp başkalaşırken, bir otobüsün farının aksi camda, belli belirsiz bir melek olup dağıldı. Bir lavanta kokusu değdi sanki burnuma, irkilerek kurtuldum bu yarı uykulu halden. Tren gıcırdayarak yanaştı gara, başımı camdan uykulu kaldırıp bir bakış attım koridora doğru: ESKİŞEHİR.

Biraz önce tek kişilik bileti olup da yandaki koltuğa yayılarak istifade eden kimileri, şimdi korkuyla camdan dışarı bakıyorlardı. Biraz sonra şu dışarıdaki eli bavullu kalabalık içeri doluşacak ve yanlarındaki boş koltukları doldurarak onların keyiflerini kaçıracaklardı büsbütün. Nihayet Ankara’dan Eskişehir’e kadar vagondaki pek çok kişinin sürdüğü keyif böylece noktalanmış olacaktı. Beklenen oldu, ben dışarı çıkmaya çalışırken, biraz önce dışarıda bekleyen o kalabalık trenin içine doluşarak tüm koltukları doldurdu; artık herkesin kendi koltuğuna sığma zamanı gelmişti çünkü. Şaşırdım ki şaşıracak şeydi gerçekten; bu kadar insan işbirliği etmişçesine, aynı trene doluşup aynı yöne harekete geçmişti. Atkımı boynuma geçirip boşluğa bıraktım bu özgün olduğunu sandığım düşüncemi. Adımlarımı saldım ıslak perona, yabancı bir yağmur her yeri ıslatmıştı.

Birkaç kere gidip geldim ıslak peronda, sonra bir sigara yaktım, banka oturarak bilinmez hangi hayale daldım. Sonra tedirgin bir kız böldü bu hayali, yanıma sokulup oturup oturamayacağını sordu. Elbette, dedim, buyurun…

Oturdu. Mor bir palto vardı üzerinde, açılmış düğmelerinden beyaz bir elbisenin kıvrımları dökülüyordu belli belirsiz. Ben trene dikip tamamlarken kafamdaki hayali, arada sırada bana baktığını hissediyordum. Sigaramı dudağıma götürdüğümde, onun konuşmak üzere dudaklarını ıslattığını da fark ettim: Fazladan bir sigaram var mıydı acaba? Paketi uzattım, üzerindeki deveye bakarak gülümsedi de aklıma düştü, garipsemiş miydi acaba? Hayır, aslında garipsememişti, uzviyetinin hâkimi bu durgunluğu biraz sonra kelimelere de dökülecekti. Nereye gittiğimi sordu bana, treni işaret edip, İstanbul, dedim, İstanbul’a gidiyorum. Neden gittiğimi sordu, arkadaşlarım falan mı vardı orada yoksa daha yakın biri mi, sevgili gibi? Aslına bakarsanız neden gittiğimi ben de bilmiyordum ya, işte böylece itiraf ettim ona. Gülümseyip bal rengi gözlerini bana dikerken, gidişimin nedeninin mantıksız olmasının, büsbütün nedensiz olduğu anlamına gelmeyeceğini söylüyordu. Ben de gülümsedim bu cümle üzerine, toparladım hemencecik. Ona uzun süredir uykusuzluk çektiğimi söyledim, bu belki, diye ekliyordum da tam o, bir kaçış diyerek tamamladı beni. Neden diye sormayacağını söyledi. Verilecek cevabım yoktu zaten…

Kumral saçlarını kulaklarının arkasında toplarken kafama çok fazla şey takmamın da uykusuzluğa neden olabileceğini söyledi. Biliyordum; iki esnaf, bir öğretmen, iki esaslı dost, üç beş arkadaş, bir doktor, birer anne ve baba, bir sevgili söylemişti zaten bunu. Aklımı kaçırmamak için bütün gecelerimi kitap okuyarak geçirdiğimi söyledim ben de ona; böylece elimde hiç uyku yoktu ama en azından birer rüya oluyordu. Bilirsin, rüyalar tam da anlamlı olmayan alametler arasında, kitaplar da tam da benimle örtüşmeyen şeylerin içinde yapılan bir yolculuktu. Acı çekiyorsun değil mi, diye sordu, bir şeyler yazıp yazmadığımı da merak etmişti. Artık yazarlara kızdığımı anlattım ona, bu yüzden yazmaktan vazgeçtiğimi… O kitaplarda, ne fikirler var bir bilsen, dedim, insanın onlarla yaşaması mümkün değil, nasıl katlanıyorlar anlamıyorum, böyle acıları çekiyorlarsa çoktan kendilerine kıymış olmalıydılar. Gülümsemesi belirginleşti iyice, olgunlaştı tuhaf bir alaycılıkla. Yapma, dedi, onların da acıları var ama onlar acıları yaşamıyorlar, yalnızca tadıyorlar, bir güneş ışığı nasıl tenlerini yalayıp geçiyorsa, onlar da öyle geçiyorlar acıların içinden. Parıldıyordu gözleri garın bembeyaz ışıklarında, bir kahverengi, bir sarı, ışıldayıp duruyordu. Belli ki sen tüm varlığınla yaşıyorsun onları, dedi, hiç acımadan koymuştu teşhisimi. Sonra durup sigarasından bir nefes aldı… Belli ki, dedi, gerçek acıyı hiç tatmamış olduğundan. Ne tür bir acıydı bu gerçek acı? Annemi ya da babamı kaybettiğim zaman anlayabileceğimi söyledi, ya da yakın bir arkadaş, belki bir sevgili; işte o zaman anlarmışım. Haklıydı, hiçbir yakınımı kaybetmemiştim o güne kadar. Ellerimden tuttu sıkıca, gözlerime baktı yine, korkmamam gerektiğini söylüyordu.

Bir çiçek kokusu, bir lavanta sanki çalınırken burnuma korkma, dedi defalarca… Bir an durdu, fakat kaçmaya devam etmemi de söyledi. Korkmadan kaçabilmekmiş marifet de, o vakit korkunun da bir anlamı kalmazmış kaçışların da. Bir ses çalındı perona boydan boya sonra, trenimiz birazdan hareket edecekmiş. Ellerini bıraktım usulca, bu soğuk eller, çok başka dünyaların sırrını veriyordu sanki bana. Sanki birazdan çıkacağım yolculuğun bambaşka olacağını da müjdeliyordu gizli kapaklı da olsa. Bilinmezlik katılmıştı hayatın tedirginliğinin arasında, gözlerine bakıp ismini sordum. Canan, dedi… Senin yolculuk nereye diye ekledim sonra, bunca muhabbetin ardından tanışma merasimi başlamıştı. Yine gülümsedi usulca, ben bir yere gitmiyorum, dedi. Anlamadım, anlattı yeni baştan. Bir belirsizlik içinde, bilinmezlik içinde, gâh trenle gâh otobüsle ülkeyi bir baştan bir başa gezip durduğunu anlattı. Şaşırmıştım bu divane meleğin sözlerine, ne tür bir yolculuk ola ki bu? Baştan sona bir hikâye imiş, her kelimesi her cümlesi gidilen yeni diyarların en kuytu yerlerinde bulunan. Bazen bir mahalle bakkalında, bazen bir düğün salonunda, gürültünün tam orta yerinde ya da o ilk dansta, kimi zaman bir ilkokulun bahçesinde, bir halk kütüphanesinin tozlu raflarında, antikacıda, saatçide, hangisi olacağı belli olmaz, bu hikâye için kurulmuş yüzlerce kelimeden biri apansızın bir yerde tamamlanıverirmiş. Ne eksik, ne fazla, bir anlam ve bir kelimeymiş bu yerlerde bulunan. Acı bir ses daha çalındı sonra, ayrılığın birine dair bir cümle belli ki tamam olmuştu artık. Çantasını açıp bir kitap çıkardı sonra. Bana uzattı.

Yerime oturduğumda hala onu izliyordum camdan; daha doğrusu onun gidişini. Kalabalığın içinde mor paltosuyla seçiliyordu uzaktan da olsa. Sonra yanında geçip gittik yavaşça, ben de merak içinde bu meçhul meleğin hediyesine gömüldüm. Önce karıştırdım biraz, sarı saman sayfaları iyiden iyiye cezbetti beni de bir solukta başladım okumaya. Saatler içinde eriyip gitmişti sayfalar… Son sayfayı çevirdiğimde, tren yavaşladı, koridordan bir boşluk esip gürleyerek yakaladı içimi. Titredim teslim olmadan hemen önce. Sayfaları yeni baştan çevirdim hızla, en baştan başladım okumaya, üç cümle geçmedi kitabın içindeki dünyaya daldı aklım. Ne olduğunu anlamak mı istiyorsun? Düşün, tüm kudretinle düşün şimdi öyleyse, bir hikâyeydi ki başlangıcında da bitişinde de mahrum bırakılmıştı. Evet, bizzat hayat gibiydi bu dile dolanan beste ve bu yeni hayatın içinde korkularım eriyip gitti. Ne var ki tüm bu tükenişten arda kalan son cümlesi, bu yolculuktan aylar sonra alakasız bir yerde, sabaha karşı karlarla kaplı başka kentin birinde tamamlanıverecekti: Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.



Hiç yorum yok: