12 Şubat 2009 Perşembe

PAZAR SABAHINDAN RÜYALAR


Önce pencereyi açıp, dışarıdaki temiz havayı içeriyi buyur etti. Ardından bir çaydanlık sıcak su koydu ocağın üzerine, su tıslayarak kaynarken, müzik çaları çalıştırdı. Bir sigara yaktı ardından, öylece pencereden dışarıyı izlerken, geçmiş günlerin olanca yorgunluğunun üzerinden kayıp gittiğini hissetti. Sessiz sedasız izledi bir süre öyle sokağı; huzurun soğuk havaya karışıp tenini yalayışını, nefesindeki yaşam gücüne sarılıp içine doluşunu, ardından tüm varlığını kaplayışını henüz fark etmemişti ama yine de anlayabiliyordu o günün her günden farklı olduğunu. Kendiyle baş başa kaldığı o anda, bir an kendini yenip itiraf edebilse, hayatta bir daha hiçbir şeyin onu üzemeyeceğini bile söylerdi belki. Ama yenemedi kendini, dilinin inadını kıramadı; o yüzden sustu uzun müddet. Bir kulağı sokağın canlı sesinde, diğeri müzik çalardan gelen nağmelerdeydi; dakikalar ilerledikçe, pencerelerden süzülerek dışarıya karıştı içerideki sesler. Ama o, orada tek başına ikisini de tek bir ses gibi duyuyordu; hayatın uzak iki yakasına ait ezgiler onun zihninde bir olmuştu.

İçeriden “Selim!” diye seslendi Aylin; sesi birden bölmüştü ahengi. Selim önce gerçek hayattaki varlığına, onun düşüncesinin içine geri döndü, ardından penceresi açık buz gibi mutfağın içine. Ocaktaki suyun tıslamaları feryada dönmüştü, fokurduyordu sinirinden. Aylin, battaniyenin birine dolanmış, sendeleyerek, yalpalayarak yürüyordu koridorda. Düşmemek için ellerini duvara koyduğunda hafiften kayıyordu battaniye üzerinden, sonra hemen toparlanıyordu. Mutfağın ortasına geldiğinde tanımıyormuş gibi baktı onun yüzüne, bakışları mutfağın diğer köşelerine kaydığında bu yabancı tavrını onlara karşı da sergiledi. Her halinden belliydi akşamdan kalma olduğu; işte şimdi biraz da şımarıklık, yorgun olduğu zamanlarda had safhaya çıkan ilgi isteği eklenmişti o haline. Selim önce yaklaşıp, her zaman yaptığı gibi etrafında döndü onun, sevgilisinin aptal haline bakıp gülümsedi. Ellerinden tutup, dağınık evde yolunu bulmasını sağladı Aylin’in. Salona varıp, kanepelerden birinin üzerine yığıldıklarında odanın hatırladıklarından daha da dağınık olduğunu gördüler. Selim bu dağınıklığı anlayabilmek için dün geceye dönmeye ihtiyaç duymadı bile; kutlama, kalabalık, alkol, neşe, birbirinden ayrılmamaları şartıyla gecenin ilerleyen vakitleri ve aniden çöken hüzün dün geceyi anlatmak hususunda yeterince açıklayıcıydı. Açıklama kısmının eksik kalan kısımlarını tamamlamak için Aylin’e baktığında, onun uyku akan gözlerinde uyku, yatak, yorgan, yarın, ertelemek kelimelerini seçti teker teker. Kollarını iki yana kocaman açmış esnerken, Selim’in kendisine baktığını görünce utanarak gözlerini yere eğdi. Sonra battaniyeyi aralayarak içeriye, çıplak tenine buyur etti sevgilisini. Selim bu esrarengiz topraklara ilk adımlarını yeni atmıştı ki aniden fırlayarak mutfağa koştu, güzel bir şarkı koydu müzik çalara ve bekledi biraz, şarkının tesirinin odaya yayılması için. Nihayet istediği olduğunda yeniden odaya, bir pazar sabahı rüyasına geri döndü. Aylin kanepenin bir köşesine büzüşmüş onu bekliyordu.

Ve sonra, hep yaşanan ve her birinde farklılaşan sevişmeler başladı yine… Bir pazar sabahı rüyasında, bu dağınık, çapraşık ortamda kendi evrenlerini yarattılar. Masmavi bir aşk denizi, nazar boncuğu gibi kondu bu evrenin en kuytu köşesine; bu aşk bir deniz, bedenleri birer gemi, mutfaktan süzülen nağmeler rüzgâr olup yol verdi onlara mutluluklarda. Bir an dudaklarını ayırdığında Selim, Aylin’in dudaklarından, müzik çaların çoktan sustuğunu, onun yerine kulağına anlamsız bir tıngırtının çalındığını anladı.

***

Asıl kâbuslar, en güzel rüyalarımızın, rüya olduğunu anladığımızda başlar. Kafasında dile dökülemeyecek düşleri olanlar, her sabahı bir kâbus gibi yaşar. Ve Selim, güpgüzel uykusundan dandik bir çalar saat yüzünden uyanırsa ve uyandığında yanında kendisine şimdi hiç bırakmayacakmışçasına sarılmış olan Mine’yi bulursa bu hayata güzelce küfreder. Bu da bir kâbus mudur acep?

Bu bir kâbus olabilir. Şayet bu bir kâbussa eğer burası da en korkunç sahnesi olmalıdır. Ama kâbuslar, rüyalar gibi değildir; rüyalar en güzel yerinde bitse de, kâbuslar en korkunç yerinde bitmez. Daha doğrusu kâbuslar, hiçbir zaman bulamazlar senaryodaki o en korkutucu yerlerini, saatlerce delik deşik ederler bilinçaltınızı bu arayışta, ararlar da ararlar. Belki en çirkin yanlarıdır onların, hadiseyi bu kadar uzatmaları. Rüyalar bir film gibidir; başlar ve biter, ardında gerçekleri bırakır. Kâbuslar hiçbir şeye benzemez, senaryoya bağlı kalmaz ve belirsizliğin korkusunu hissettirerek yol alırlar içimizde. Uzadıkça uzarlar. Uzadıkça gerilir insan, karanlık bir kuyuya düşer gibi boşlukta yol alır. Kâbuslar gördüklerinizin kâbus olduğunu anladığınız zamanda biter.

Gerçi o zaman da hayat çıkar karşımıza değil mi? İşte şimdi, öyle bir durumda çıkmıştı hayat Selim’in karşısında. Boş gözlerle Mine’ye bakıp durdu bir süre. Sonra Mine uyandı, gözlerini açtı, gülümsedi sevdiğine. O an aklı başına gelmişti Selim’in… Aylin’i yıllar önce kaybettiğini anımsadı. Oynadıkları hayat denen kumarı Azrail’e kaybetmişlerdi ve çekip gitmişti Aylin. Bir gece yarısı, uzak bir şehirde, hurdaya dönen arabanın içinde son nefesini vermişti. Mine’ye halen boş gözlerle bakarken, dün gece gördüğü rüyanın delip deşik ettiği yüreğinde doldurulması gereken ne çok boşluk olduğunu, ne çok hatıranın en baştan anımsanması gerektiğini anladı. Bir bu yüzden, ızdırap dolu geçmişini en baştan hatırlamak için kapadı gözlerini, bir de gözlerini karasındaki derin boşluğu karısından gizlemek için.

Aylin’in vakitsiz terkini hiç kabullenmemişti… Bu yüzden, bu gerçeğin aklının kapısını çaldığı her anda, acılara “evde yokum” diye seslendi. Kabullenmedi zamansız ölümü, kabullenmediği için Aylin hiç ölmedi. Aksine en yakınına çekildi Selim’in, Selim onu yüreğine bekçi koydu. Kendi dışında her kim geldiyse defetti kapı dışarı; Selim’in hayata meydan okuyuşunda Aylin’in çığlığı vardı. Yıllar yılı hiç susmadı, hiç susmadığı için son nefesini hiç tüketmedi. Aylin ölmedi; ne var ki Aylin’i içinde yaşatmaya çalışırken göz yumdu Selim hayata, onu öldürmeyeyim derken kendisi yaşayamaz oldu. Sonraları bir daha dönüp baktığında hayata, zamana direnemeyip devrilen sevdalarının çürüyüp toprağa karıştığını gördü. Her bereketli aşk gibi, devrilip yığıldığı yeri çürüyen varlığı ile besledi aşkları; ardından yeni sevdalar, irili ufaklı serüvenler bitti böylece. Yeni aşklar doğdu yüreğinde ama onun hayal âlemindeki sürgünü hiç bitmedi. Kaç yıldır bu sürgünü yaşadığını hesap etmeye çalışırken, Mine ellerini gezdiriyordu Selim’in saçlarında. Bir beyaz tel düşüp ipucu oldu zamana dair. Yaşlandığını düşünmeye fırsat bulamadan, bir sürpriz daha yaptı hayat ona. Ağlamamak için sıkıca yummaya çalışırken gözlerini, karanlıkta eski bir dosta rastladı. Yavaşça yaklaştı eski dost, buz gibi elleriyle yüzünü sevdi. Dokunuşları güzel günleri vaat eder gibi yumuşaktı. Ama o yumuşacık his yayıldığında tenine, önce avuçlarında sonra yüreğinde bir ağırlık hissetti. İpe dizilmiş gibi dizilmişti zihninde hatıralar sıra sıra; belki hissettiği ızdırap boynuna sarılan o ipin keskinliğiydi. Çok kısa sürdü; tahmin ettiğinden de kısa… Selim, ölüp gitti. Ölürken Aylin’in de onunla öleceğini bilseydi, yaşamak için direnirdi belki.

***

Önceleri ruhu başkaları gibi süzülemedi gökyüzünün ötesine; hatıraları ağır bastığından bu dünyada kaldı, gerçeklerin içinde bir hayal olarak gittikçe manasızlaştı. Bir kırmızı balonu vardı çocukken, Selim bir gün bulutların arasında ona rastladı. Kendini onun yerine koyup düşündü. Bir balon olsaydı, içindeki dolu havayla, yerçekimine diklenecek, gel gelelim yine de oyuncak olacaktı çocuklara. Oysa hayalleri vardı onun, gökyüzünün derinliklerine karışacaktı. İçindeki onca havaya rağmen, yine havalardaydı yani aklı. Kırmızı balonu bir hikâye anlattı ona kendince, çocuğun elinden kaçışını en başta; sapsarı tarlalar üzerinde gezişini… Sonra düşlerin bittiği yerde düşünceler başladı yeniden. Yeterince yükselebilirse, yüzünü yırtıp içini dışıyla bir edebileceğini, gökyüzüne karışabileceğini anlattı. Vuslat gökyüzünün en derinlerinde bir yerlerinde gizliydi. Çocukluk arkadaşıyla konuşurken nasıl geçtiğini anlamadı zamanın, yolun sonuna gelindiğini fark edemedi. Balonu patladı gürültüyle, nihayet karanlığa karıştı. Onu huzursuz eden yegâne şeyin, sureti olduğunu; oysa içinde taşıdığı ağırlığı, içindeki dünyayı dışarıyla birleştirebilse tüm yüklerinden kurtulabileceğini söyledi kendi kendine. Bir süredir aynaya her baktığında, yüzünün yerinde gördüğü hayallerinden böylece vazgeçti. O kadar karıştı ki sonra dışarıya, o kadar, o kadar yükseklere süzüldü ki ruhu, evreni sarıp sarmaladı. O kadar karıştı ki dışarıya, bizi var edenin sınırlar olduğunu anlamaya dahi fırsat bulamadı.


Hiç yorum yok: