19 Nisan 2009 Pazar

HAZİNNÂME


HAZİNNÂME

***

“Her gün aynı şeyleri görüyor olmamız mı
hayatın gerçekliğinin ispatı; her gün aynı
rüyayı görsek bu gerçek sayılabilir mi?
Belki sahiden bir ruhumuz vardır
maddiyattan bağımsız; biz uykudayken
zamansız, mekânsız, boyutsuz, suretsiz
her şeyin içinden geçmekte, belki de
gerçekten Tanrı’dan bir parçadır da
tüm bu maddi mevcudiyetin dışında
bir yerlerde yaşamaktadır. Yukarıdan bir
yerlerden seyredip bizi, bedenden bedene,
hikâyeden hikâyeye gezinmekte,
her hikâyede ayrı bir muhayyilede vücut
bulmaktadır. Belki bu yüzden mantıksız
gelmektedir bize rüyalar. Kaldı ki
mantık da, bilinç denen kurmalı oyuncağın
kötü bir alışkanlığından öte nedir?”

Defterlerden…

***


Yuvarlak masanın etrafında üç beş kişiyiz; arkadaşlarımdan biri beylik nutuklarından birini atıyor yine. Unutmam gereken bir mazim, kurtulmam gereken hatırlarım var benim, alkole sığınıyorum. Konuşuyor; Aslında o kadar büyük değilmişiz, aslında evren ve tarihin derinliği düşünüldüğünde tahayyül edilemeyecek kadar ufakmış var oluşumuz. Hak veriyorum, yine de muhalefet ediyorum kendi içimden. İyi de bunlar da önemli sözler değil ki, yüzyıllardır tekrarlanan sözler, kimin için, ne için bir anlam ifade eder bilinmez. Şimdi şu bulunduğumuz izbe bar da, içinde bizi eriten kalabalıklar da birer karınca yığınından farksızmış. Haklısın. Ama yine de bir önemimiz var kendi içimizde; birer karınca yığınıyız fakat bu barda, kendi değersizliğimizi bina ediyoruz. Bu değersizliğe, bu fason boşvermişliğe sığınmak mutlu ediyor bizi. Sıkılıyorum. Üzerime çöküyor barın loş ışığı, biranın köpüklerinde dalgalanan yine o, midemi bulandırıyor. Hiçbir anlamımızın olmadığı muhakkak; fakat burada ardı ardına içilen biralar ve biri yanıp diğeri sönen sigaralarla yıkıma uğrattığımız bünyemizde, yarınsızlık duygusunda, etrafın değerlerini sikimize takmamız konusundaki ısrarımızda bir değer meydana getiriyoruz. Üstelik o değer de ayaklarımızı bastığımız zemin oluyor bizim için; bu bizim var oluşumuz. Ben o da kaybolup gitsin istiyorum, özgür kalalım. Ya da gerçekten, gerçek anlamda önemli meselelere kafa yoralım. Ne bileyim eve kapanayım da eski aşklarımı falan düşüneyim ben de.

Bir başkası devralıyor sözü; o da hak veriyor benim gibi. Diyor ki okulun, işin falan ne önemi varmış. Bir gün öyle bir olay olurmuş ki hepsini kaybedermişiz. Öyleyse onların da pek bir değeri yokmuş. Ona da hak veriyorum; her şey gerçekten de özünde inanılmaz bir kırılganlık taşıyor. Mesela sevdiğimiz şarkı bitiveriyor en sonunda, ya da onu besteleyen dahi adam ölüyor ve bir daha beste yapması imkânsızlaşıyor. Bir değer kaybediyoruz; hayatımız asla eskisi gibi olmuyor. İnandığımızı bilmeden inandığımız, değer verdiğimizi bilmeden sevdiğimiz, yaşadığımızı bilmeden yaşadığımız şeyler var hayatta. En sevdiğimiz aktör ölüyor, bir daha hiç yeni bir filmini izleyemeyecek hale geliyoruz birden. Ya da biz ölüyoruz, o vakit neler oluyor, o çok şaşırtıcı. Deprem olunca yıllar yılı adımladığımız sokakların hali birden değişiyor. Hayat denilen şey böyle milyonlarca ufak detaydan ibaret; ayaklarımız onlarla yere basıyor. Hani komşuluk ilişkileri falan gibi… Böylesi kabul edilir gibi değil.

Bu geceki boşvermişlik yanılsamasının dağılıp gitmesini bekliyorum. Biz aslında böyle adamlar değiliz çünkü. Mesele arkadaşım her an masanın üzerine kusabilir ve böylece tüm gecenin keyfi kaçar, bizim sikindirik evrenimiz dağılır gider ve biz de evlerimize, gerçek hayatımıza döneriz. Bir başka arkadaşa geçiyor konuşma sırası, tam o sırada barmen elindeki bardakları düşürüyor, bir gürültü ama kimsenin dikkati yönelmiyor o yöne. Bir hayal kırıklığı: sinek de küçük ama mide bulandırır. Arkadaşım anlamsızlığımızdan bahsediyor. Bu sefer hiç kulak asmıyorum; çünkü biliyorum ki tüm muhabbetin ardından o yarın sabaha uyandığında yine aynı işleri yapacak, yine bu anlamsızlığı bir kenara bırakıp sınavlarına çalışıp geleceğini inşa etmeye çalışacak, bir ay önce ayrıldığı sevgilisinin yerini bir başkasıyla doldurmak için yine kız peşinde koşacak. Şaşırtıcı bir şey değil bu: Yüzyıllardır aynı terane. Yalnızlığı, var olmanın kederini, anlamsızlığı anlatan adamlar da yaptılar aynı şeyleri; anlattıkları açmazların ağırlığından, kelimelerinin tesirlerinden hiç utanmaksızın yaşamaya da devam ettiler üstelik. Ölüp gitselermiş ya dertleri neymiş!? Arkadaş sözlerini güzel bir alıntıyla sonlandırıyor. Dikkat edelim beyler kendimize, her şey sanıldığından daha kırılganmış. Benim bu kalabalıklar içinde ne işim var?

Dağılıyoruz, dakikalarca tek başıma müzik dinleyerek yürüyorum. Hiç bu dertlerim olmasaydı ya, oldu da ne oldu sanki. Bak yine yaşıyorum, hem de diğerlerinden bir farkım olmaksızın. Bir an önce bitse bu yol, yatağa kıvrılıp uyusam. Günler bir an önce geçip gitse; büyüsem adam olsam. Belki o zaman düzelir bu yalancı boş vermişlik bunalımları. Bir kere hayallerime kavuşursam ben de hayatın güzel olabileceğini, yeni baştan, en baştan hatırlarım belki. Evlenip çoluk çocuğa karışınca, sorumluluklar binince omzuma, belki ağırlaşırım ve yere değer ayaklarım. Küçük kızımı kucakladığımda, onun minik kalp atışlarını duyunca, o bütün çığlıklardan, tüm feryatlardan daha gerçekçi, daha vurucu gelir bana. Var olan bütün kelimelerden daha gerçek bir ses olur o.

Eve geldiğimde nihayet, önce şöyle bir soyunup dökülelim de rahatlayalım. Sonra odayı toparlarız biraz; dağınık bir masa, kırışık bir pantolon odanın tüm huzurunu kaçırıyor; unutulmayan sevgililer falan, ya da unuttuğumuzu sanarak hatırladıklarımız sinirini bozuyor insanın. Yavaşça adımlarımı sürükleyerek odama varıyorum nihayet. Kapıyı açıyo.. Kapı açılmıyor… Bir şey sıkışmış gibi sanki, kimbilir gene kim dağıttı odayı. Biraz daha zorluyorum, halı falan sıkışmış olacak herhalde. Derken zar zor giriyorum. Biri, bir kadın boylu boyunca uzanmış yatıyor kapının arkasında. Üzerinden sızan kanlar, bir gölge gibi yayılmış zemine. Aman Allah’ım ne olmuş burada ya? Kafası öne düşmüş, hamile karnında bir bıçak saplanmış duruyor. Kanlar bıçak yarasından etrafa süzülmüş, bembeyaz elbisesinin üzerine; eteklerindeki minik çiçekler kanı emmiş doyuncaya kadar, adeta simsiyah olmuşlar. Ben birkaç saniyelik şoku atlatamıyorum bir türlü. O birkaç metre ötemde bir kadın, karnından saplanmış bıçakla boylu boyunca, ölü yatıyor. Boş gözlerle bakıyorum, anlamaya çalışıyorum. Yüzü saçlarıyla kapanmış. En sonunda, dizlerim titreyerek varıyorum yanına, eğilip bakıyorum. Tanıdık yüzünde öyle bir ifade var ki hiç direnmemiş, sanki hemen teslim olmuş gibi ölüme. Bu teslimiyet, bu yüz de yabancı değil bana. Saçlarını düzeltiyorum yüzünü iyice görebileyim diye, gerçekten de hatırlıyorum bu yüzü. Bal rengi gözleri açık bana bakıyor. Hazan sen misin desem de cevap vermiyor bana; ellerimi karnına koyuyorum, hala bir ümit var mı kurtarabilir miyiz bebeğimizi acaba diyorum. Cevap yok, cevap bir ölünün sessizliği. Bıçağın kanlı sapına dokundukça, ellerimde hayallerimizin, mutluluklarımızın, oyunlarımızın sevincini hissediyorum. Onun gözlerindeki aksimde, elimde bir bıçak, ben bir katilim şimdi. Her şey bitiyormuş gerçekten, hiç ölmez sandıklarımız da ölüyormuş, hiç bizi yalnız bırakmaz dediklerimizde terk ediyormuş bizi. Ben bu acıya dayanamam diyorum, ben bu acıya katlanamam. Geri çekilmek istesem de yapamıyorum, yanına çöküp sarılıyorum ona. Ellerini öpüyorum, kokusunu hissederek, halen sıcakken, son bir kez. Ağlıyorum, öksürükler, feryatlar karışıyor ağlayışıma. Kurtulmak istiyorum, gözlerimi yumuyorum sıkıca. Bir öksürük saplanıyor boğazıma, öksürüyorum, ciğerlerimi parçalarcasına öksürüyorum.

Dakikalarca geçmiyor, kusar gibi nefesimi boşaltıyorum içimden. Nihayet sakinleştiğimde korkarak açıyorum ıslak gözlerimi. Kapının arkasına yaslanmış, yatıyor buluyorum kendimi. Ne bir ceset var ne de kanlar, biten kâbusumdan başka; hepsi bir rüyaymış diyorum kendi kendime. Demek ki bir rüyaya da inanılabiliyormuş, demek ki gerçek de alabildiğine kırılganmış ve o da bitebiliyormuş bir yerde. Gerçeksiz kalınca insan, o boşluklardan türlü vehimler ve yeisler, bir kâbus olup dolabiliyormuş hayata. Hayata tutunmak gerekmiş öyleyse; ölüp gitmemek için, hayallerin gerçek olacağı zamana kadar, tüm hüznü kelimelere bindirip gerçek denizinde hafiye olarak yüzdürmek gerekirmiş. Kâbusla gerçeği ayırt edebilmek gerek; gerekirse hikâyelerle, gerekirse masallarla.

Hiç yorum yok: