27 Haziran 2009 Cumartesi

ODA


Pencereden sızan ışık denli yıpranıyor rüyalar; sayfaları acemice karalanmış defterlerin ve biraz okunup kenara fırlatılmış kitapların, yorulmamış kalemlerin biriktiği masada, buz gibi sandalyede, içinde mahremiyet unutulmuş kırışık yorganda, gündelik hayatla pislenmiş elbiselerde yaşayan gölgeler, bu yüzden birazcık gerçek, birazcık masal.


Ve yalnızlık var masalın tekerlemesinde…


Lakin şu uçuk mavi bandana, çiçekli elbisen, beyaz babetler, dudağının dokunduğu ve üzerinde tül misali pembe rujunun kaldığı şu kadeh, dolabın kapağında file çorabın, içinde yarım bıraktığın kahveyle küflenmiş fincan, beyaz iç çamaşırların, siyah saten gecelik, gramofonda halen çalan bir içli şarkı-mavi balat, sedef tarakla aynan, gümüş bir kolye… Hepsi katık olmuş ve bir yönüyle de aykırı durmuş yalnızlığa.


Sen yine hayatın içinde bir yerlerde kaybolup gitmektesin tabii; ama hiçliğe, onun kendisi kadar yakın bir çırpınış, masalların içinden ışıkla beraber işte bir el uzanıyor, sarı ışık suretinde. Belki de biz bu odanın içinde bir detayda, bir pervazda örneğin, gölgeler boyunca sokakları karlarla kaplı bir şehirde, aşk şarkıları mırıldanarak yürüyoruz. Şarkılar binalara çarpıp sızıyorlar içeri pencerelerden, onları işiten insanlarda onlar kelimeler, cümleler artık. Oysa kafalarını uzattıklarında camlardan kimseyi göremiyorlar, şarkıları ne çok sevseler de. Teferruata sarıldıkça hatıralar böylece kopup boşanıyor akıldan. Hayatın kuralına karşı koymuyorum ben de: Benim sen diye sarılacağım da nihayetinde tekmil eşya içinde bir şey oluveriyor.

Hiç yorum yok: