9 Temmuz 2009 Perşembe

IŞIK VALSİ II


***

“İman edenler arasında pay edilmiştir
mucizeler; teselliler, hayatın içinde eşyalara,
hadiselere, insanlara tutunarak döner dururlar.”
Defterlerden…

***


Uyandım. Parlak bir ışık duvarı aydınlattı, çerçevelerde yansıyıp dağıldı. Gecenin kimbilir kaçı, bir kamyon gürültüsüyle zangırdadı ev; uyandım. Ter içinde kalmıştım. Kolumu yorgandan dışarı attım; belki biraz serinlesem iyi olacak. Bekledim biraz, fayda etmedi, hala terlemekteydim. Birazcık daha açtım üstümü. Kötü bir rüya görmüş olmalıyım diye düşündüm kendi kendime, herhalde ondan olacak bu vakitsiz uyanışım. Göğsüme de bir ağırlık çökmüştü zaten, sonra öyle birden, sanki saatlerdir uyuyup uykumu almışım gibi birden uyanmıştım. Oysa belki iki, belki üç saat oldu yatalı. Neyse dedim, uyuruz yine birazdan, yorganı toparladım, uzun saçlarımın yastıkta dağıldığını hissediyordum. Gözlerimi yukarı dikip, yanı başımdaki pencereden odaya dolan ışığı seyre daldım. Otomobiller, kamyonlar geçmeye devam ediyorlardı; arada ışıkları sokak lambasınınkiyle birleşiyordu sonra, odanın içine ansızın dalıveriyorlardı. Rüya gördükten sonra dönmek yaşama, denizde yüzmek gibi; size yüzme zevkini veren şeyin en ufak bir dalgınlıkta sizi alaşağı edeceğini, kontrolü sağlama çabasının anlamsızlığını, çünkü eninde sonunda tuzlu suyun ciğerlerinize, en hayati organınıza, tecavüz edeceğini bilmek… İşte bunun emaresi gürültüler, ansızın parlayan ışıkları. İzledim. Uykumun geldiğini, yavaşça gevşediğimi hisseder gibiydim.

Boğulur gibi oldum bu kez. Gözlerimi açtım yine, yine tedirginlikle. Bir duman dolanıp duruyordu başımın üzerinde. Toparlandım. İçime dolan dumanla öksürdüm. Arsız şey, yine gelip çökmüştü sandalyeye, elindeki sigarasına keyifle asılıp duruyordu. Nedense gözlerinin, bana doğru, lakin ben de uzak bir yere baktığını düşündüm. Uzaktık, yine de simsiyah ve pırıl pırıldılar görebiliyordum. Beyaz parmakları arasından zar zor seçilen sigarayı ağzına götürdü yine; duman, sonradan, kırmızı dudaklarının arasından koyuverdi kendini boşluğa. Her bir nefesin ardından huzursuzlukla salıyordu boşalan ellerini, nazenin. Ve karanlıkta bir mezar gibi, içine girdikçe genişleyen, sarmalayandı duman. Öksürdüm. Biz büyüdükçe içimizde halen yaşamakta olan çocuğu korkutandı kırık bir diş, yaralı bir parmak veya beyaz tenimizi boydan boya gezen sıyrıklar. Öyle bir yer varsa da teninizde, tüm darbeler oralara muhakkak uğrar. Sonra kendimizi o diş veya artık o hangi uzuvsa o denli bîçare hissederiz; dumanı içime çektikçe ben de, temiz havaya ihtiyaç duyan bana yükleniyordum. O ise durmaksızın, her sessiz nefesinde yudumluyordu gri gökkuşağını.

Düşündüm. Ya ben kalkıp gitsem şimdi… Çünkü bir kere başladı mı, bir daha durmaz; huyunu bilirdim. Yere eğdi başını, simsiyah saçları yavaşça döküldü. Bu manzarayı bir de gündüz görmek isterdim; onları geceye, kendi tabiatına karışmadan önce yakalamak isterdim. Camdan sızan sarı ışıklar da nedense bembeyaz olurlardı onun ipeklerinde; bu ona bir gizem, kayıp bir tanrıçanın havasını katardı, nesnelerin ruhunu kendince tedvin eden. Efsun ya da basit bir büyü de diyebilirsiniz siz buna. Ayağa kalkıp yürüdü bir müddet, kafamdan geçenlerin ardından. Pencerenin kenarına vardı, parmak uçlarında yükselip demirlerin arasından sokağa baktı. Ne gördü kimbilir, bir hırsla masanın yanında bitiverdi. Paketten bir sigara daha çıkarıp yaktı. Gözüme, ciğerime doldu yeniden dumanlar. Bir zulüm bu… Daha fazla katlanmam.

Ayağa kalktım yorganı sıyırıp. Giderken bir nereye dahi demedi. Çöktüğü sandalyeden, yok bu kez masanın yanına yere çömelmişti, gidişimi izledi yalnızca. Siyah elbisesinin etekleri yayılmıştı halıya, elleriyle, beyaz kupkuru dallar bunlar, acemice, acelesi olmadan onları toparlıyordu, ferahfeza. Kapıyı biraz sertçe, kızdığımı belli ederek kapattım. Koridordaydım.

Loş ışıkta ilerledim; uykulu aklımdan evin planını tekrar ettim: şurada sofa olacak, hmm, şurada banyo, o ufak banyo, evet, şurada mutfak, şurada annemlerin odası. Nereye gittiğimi bilmiyordum ben. Sofaya ilerledim, her uykusuzlukta olduğu gibi yatar televizyona dalar giderim dedim. İlerledim, evin muhtelif yerlerinden sızan ışıkların duvara nasıl yapıştığını, çerçevelerden, tablolardan, vazolardan nasıl aksettiğini gördüm, korktum. Ellerimi tutunduğum duvardan kaçırdım. Nihayet vardığımda sofaya, ışığın yandığını, içeride birinin olduğunu, külüstür bir daktilodan yayılan sesin, radyodan süzülen nağmelerle odayı doldurduğunu fark ettim. Yaklaştım; aralık kapıdan kıvamı tutmamış macun gibi sızmaktaydı sofa. Işık, musiki, daktilonun tıkırtısı, sobanın geçkin sıcaklığın hepsi, hepsi ince bir sınır gibi duran aralıktan dışarıya taşıyordu. Odanın esrarının üzerime yapıştığını hissettim, o ezgiyle. Kapının yanına çöküp dinledim.

***

Velâkin direnemedim ben de, pes ettim. Bu fikirlerimi üzerlerine bina ettiğim türlü şeyi kaybettikten sonra bolca da vaktim oldu, arada düşündüm sonra sonra. Birçok şeyden vazgeçebiliyordu insan. Zaman, aslında unutturmuyor, bu müspet; yalnızca sonsuz bir ırmak gibi durmaksızın akıp gidiyordu üzerimizden, bizi yavaşça törpülüyordu. Kendince şekillendiriyordu; kendi tabiatınca. Her ne ise o an, o anda hangi umutlar, hangi kederler varsa ruhumuzda onlar besliyordu bu sonsuza varan akıbeti. Biz de onda vücut buluyorduk, biz dediğimiz de bir ırmağın yatağıydı ancak, bir kalıp. Umutlarımız ve kederlerimizle şekilleniyorduk; insan, mutlak ki ihtiyaçları, istekleri, arzuları kadar, yoksun olduklarından da mütevellitti.

Şimdi, ben de birçok şeyden vazgeçebilmişken pek çok şeyden, kafamda bu bulanık fikirlerle eksikliğimi teşkil etmeyecek biçimde vazgeçebilmişken, mevcudiyetimi hatırlatacak şeyler yaşıyorum. Rüyalar görüyorum. Kimi zaman, olmadık yerlerde, bir tanıdık yüz, mazide kalmış müşterek bir mekân, radyodan duyulan bir nağme, kimi zamansa yalnızca bir kelime, bir ifade, bir eda bana seni hatırlatıyor. Senin kadar, sensizliğe bulanmamış beni de hatırlıyorum, kahırlara batarak. Gerçek, böyle zamanlarda üzerime yıkılıveriyor sanki. Uykuya firar etsem, o büsbütün bir macera, kendi içinde; rüyaların ne getireceğini bilmiyorum.

Boylu boyunca uzandığımda yatağa, gözlerimi yumuyorum. Bu, beşeriyetin en tabii hallerinden birinin gölgesinde gerçeğe karşı direniyorum. Hayatın lalettayin bir ayrıntısına tutunmak, gerçeğe direnmenin en geçerli yollarından biri belki ve hayata karşı bir kadından, bir adamdan, bir evlattan veya anne-babadan güç almak da böyle bir dürtü olsa gerek. Ben o halimden güç alıyorum. Gerçek mengene gibi bir şey; insanın zihnini, ruhunu daraltıp, onun hayallerini, umutlarını, tüm hissi âlemini bir kalıba, kendince bir kalıba sokmaya çalışıyor. Rüyalar ise büsbütün bir boşluk… Orada yaşayan hiçbir şeyin bir sınırı, bir önemi yok; denizin içindeki bir damla misali her nesne. İçinde kaybolmaktan korkuyorum. Seni düşünebilmek için, uyku ve uyanıklık arasındaki son istasyona sığınıyorum böylece. Orada bir köşede dikiliyorum; azat ediyorum aklımı. Oynaşıyor gerçeklerle. İçinden belki bir ya da birkaç kelime çıkıyor; insan aklına, ruhuna en yakın cümleleri bu zamanlarda buluyor. Seni düşünüyorum o zaman, seni anlatan kelimelere, cümlelere, sen diye yakın olmak istiyorum. Belki bir kelimeye, bir öyküye sığdırabilirim onları diye umut ediyorum. Küçük bir deftere yazıyorum onları, unutmayayım diye. Sonra, hayatın o detayı içinde, orada olmanın mutluluğunu hissederek dalıyorum uykuya. Ne zamandır sabah ilk işim onları birerden deftere nakletmek. Herkesin tükenmeğe, hiçliğe karşı hayata bir tutunma yolu var; benimkisi ise bu. Yazıyorum; yazıyorum fakat okumuyorum onları.

Şimdi, bu gecelik son bir şey daha var. Senle, o hikâyelerin içinde, bir yerlerde de olsa, yeniden karşılaşma umudumu, her daim saklı tutuyorum. Lakin hayaller, gerçekler içinde pek bir can yakabiliyorlar bazen. Her ne olursa olsun, muhtevası masumiyetle ve aleladelikle ne kadar mukavemet kazanırsa kazansın, hayallerin, rüyaların ait olduğu yer gecelerdir çünkü. Gündüzün nasıl sinir bozabiliyorsa karanlık, hayallerin içinde de öyle asap bozuyor gerçekler, kabul. Fakat asıl sinir bozan, geceleyin, türlü nesnelerin üzerine düşen belli belirsiz ışıklar. Onlar nesnelerin olduklarından da farklı görünmelerine, asıllarından farklı siluetlere bürünmelerine neden oluyor. Böyle olduklarından daha da korkutucular. Benim de meselem bu. Benim meselem...

***

Başım önde dinliyordum. Son birkaç kelimeyi mütemadi bir sessizliğin takip ettiğini fark ettim. Daktilo sesi kesilmişti. Yalnız içerideki müzik hala kapının aralığından sızmaya devam ediyordu. Toparlandım; yazmayı kestikten sonra odayı da terk edeceğini düşündüm, ayaklandım ve kendi odama doğru yürüdüm. Bodrum katındaki evin tavana yakın pencerelerinden, süreksiz biçimde, adeta insanı illet etmeye ant içmiş gibi, yoldan geçen kamyonların, otomobillerin farları sızıyordu. Bilincim yerindeydi; ne var ki, köşeyi aniden dönen bir taksinin saçtığı ışıklar apansız daldı odaya. Holün kabarmış, bozulmuş duvar kağıtlarındaki çiçekleri canlandırdığını dahi gördüm bu haleldar karanlıkta. Adımlarımı sıklaştırdım, bir an evvel yatağa varabilmek için. Odaya girdim. Bıraktığım yerde kıvrılmış duruyordu, ağzında yine lanet sigarası.

Laf etmedim, yalnızca, gözlerimi, sanki ben orda değilmişim gibi özgürce odada gezindiren bakışlarına kilitleyip durdum. Ne onlarda bir canlılık belirtisi, ne nefes alıp verişinde, eşyaya, nesnelere dokunuşunda bir seda vardı. Yatağa uzandım. İzledim. Gözlerimi ayırmadım hiç. Onu, eteğinin zemine serilişini ve gölgelerini, yine eteğin bir köşesinden odadaki kasvete firar etmiş ince, biçimli ayak bileğini, sigara tutan parmaklarındaki alışılmadık edaları ve başını arkaya yaslamasıyla siyah saçlarının duvara olan hassas temasını izledim. Göz kapaklarım ağırlaştıkça daha da güzelleşmeye başladı ak sureti. Karanlıkta teni pırıldıyor, bastıran uykuyla odanın pis havasına doğru genişliyordu yavaşça; tarifi mümkün değildi.

Gözlerimi kapayıp onu düşündüm uzunca. Bir başkaydı o. Terlemeye başlamıştım yine. Kollarımı yorgandan çıkarıp aşağı saldım. Hala oradaydı, tüm kifayetsizliğiyle. O güzel, benzersiz, adeta bir melike, bir periydi ve ne yalan söylemeli o haliyle de en çok yok gibiydi.

Hiç yorum yok: