28 Temmuz 2009 Salı

İNSANLIK TARİHİ


"Evlat, bize göre değil bu masallar
Aynaların içinde dahi türlü ızdırap, vehim ve efkâr…"
Defterlerden


Dünya üzerinde kimsenin bilmediği kuytu bir zamanda, o zamanın gölgesinde uyuyakalan insan, gözlerini bir kiraz ağacının altında açtı ve uysal maviliğiyle boşlukta genişleyen gökyüzü düştü gözbebeklerine. Sersem etrafını izledi önce gökyüzünü yutan bu parlak gözlerle, ışığın derinliğiyle kamaşmışlardı. Bu yüzden uzun bir süre dünyayı olduğu gibi göremedi; bir türlü berraklaşmayan suretlerin eksikliğini dinleyerek, koklayarak ve tadarak kapatmaya çalıştı. Korkunç çalıların yollarını kapattığı ormanların içine yürürken ıslak ve yağmur kokan çimenlere dokunuyor ve de dinliyordu, rüzgârların ağaçların dallarında gezinişi veya bir yabani kuşun söylediği şarkıyı. Şarkılar dünya üzerinde insandan önce gezinen kahraman nesillerin hikâyelerini anlatıyordu çoğu zaman ama bir aşk hikâyesini veya herkese ibret olması gereken bir neslin talihsiz akıbetlerini de anlatan şarkılar duyulabiliyordu. Kuşlar hiç susmazlardı. İnsan da ağaçların arasında, güzel şarkılar söyleyen kuşların peşinden dolandı.

Duyulan taze bir heyecana eşlik eden harikulade bir ezgiydi bazen. Kimi zaman da kuşların dilindeki eski zaman masallarıydı; kuzey ülkelerinin unutulmaz kahramanları ve nehirlerin, göllerin sadık bekçileri peri kızları, bu şarkılarda gökyüzünde apayrı bir surette doğuyorlardı. Lacivert gökyüzünü süsleyen bulutların tatlı kavisleri güzel kraliçelerin çıplak kalçalarını, yıldızların pırıltısı ölümsüz kahramanların cesaretle yanan gözlerini anlatıyordu. Üzerine titriyordu masallar insanın; fakat korkutmuyorlardı, saygı uyandırıyorlardı. Ama her nedense böyle şarkıların çoğu orta yerlerinde kesilir ve sessizliğinden yeni bir şarkı doğardı. O zaman da insan o kuşun olduğu ağaca doğru, sesi daha duymak için, var gücüyle koşuyordu. Durup soluklandığında ise ormanın taze kokusu diline değer, bir çam ağacının tadını duyardı dilinde. Hissediyordu. Bu sesler, kokular, tatlar ve kamaşan gözlerde ancak bir gölge gibi salınan suretler o denli silikti ki bir şey düşünmesine imkân da vermiyordu; bu yüzden ancak hissediyordu insan, hiçbir şey düşünmeden hissediyordu ve hisler, insan lezzetlerin uhrevi sarhoşluğuna teslim olmuşken bilmezliğin karanlığındaki göğsünden billur bir ırmak gibi kayıyordu. İnsanın yüzlerce yılı ormanda ağaçların, kuşların, tilkilerin ve kurtların, sonra ayıların, sakin rüzgârların ve geveze kuşların, mantarların, böceklerin ve sineklerin, solgun güneş ışığının ve değdiği her bir nesnede daha da uzaklaşıyormuş gibi görünen mehtabın arasında, böylece hiçbir şey düşünmeden geçti. Yalnızca o güzel sesli kuşların takibindeydi. Baykuşun yaşlı sesinde bir asalet vardı, dua okuyan yaşlı keşiş gibiydi; mehtap sedirlerin uzun boyunlarına bir gerdan gibi asılıp kalır ve karanlık geceler boyu bu gizemli kuş, rengi sarıya çalan gözlerle ağaçların üzerinden ormanı izler, arada bir duyulan kesik çığlıklarla ahkâm keserdi. Müstesna ötüşleri alelade olması muhtemelken bu gizem duygusuyla kıymetleniyordu. Kırlangıç ise ormanda ağaçtan ağaca gezinirken tatlı şarkılar söyler, gezinir, ürkek bakışlarla ormanı izler ve kendince oyunlar oynardı. Küçük gagasından duyulan nağmeler ve bakımlı bir elin ipeğe dokunuşu gibi gökyüzüne uzanan rengârenk ve parlak kanatlarının küçüklüğü ile çekici ve munisti. Başka başka kuşlar da vardı… Azametli şahin ormanın üzerinde gezinir ve buyurucu, korkunç çığlıklar atardı. Güzel ardıç, dalların arasında salınırken, insan, ormanın bütün sakinlerinin dikkatinin onda toplandığını biliyordu; kendinden emin ve mağrurdu. Bakışları bile hemen teslim olur cinsten değildi. Ve ormanda bu seslere eşlik eden birçok ses vardı: bülbüller, guguk kuşları, bet sesleriyle kargalar ve mezar nefesli akbabalar, cazibeli sesleriyle alaycı kuşlar… İnsan bunca ses içinde hangi sesi takip edeceğini karıştırır ve bazen şaşkın, ormanın içinde oradan oraya gezinirdi, kendini bilmez.

Fakat zamanın durgunluğunun da, bu dur durak bilmeyen takiplerin de bir sonu geldi. Mevsimler birbirini takip ediyorken bu akışta, zaman o denli uzadı ki geleceğe doğru artık gece ile gündüz arasında pek bir fark kalmadı. İnsan yeryüzünün üstüne, hiç gitmeyecekmişçesine örtülen bu grili mavili turunculu yorgandan, bu ebedi tulû halinden bir yandan ürküyor, bir yandan belki de birkaç dakikaya aydınlanacak günün heyecanını yaşıyordu. Ne var ki tüm heyecanla boşunaydı; zaman kendini tekrar edişlerin ruhuyla sarkmaya devam ediyordu; ötücü kuşlar yine şarkılarını söylüyor, kurşuni bulutlar yine yağmurlar getiriyor, orman yaşıyor ve fakat zaman da sürekli sonsuza sünüyordu. İnsan bu hareketli gözüken bu durgun varoluşta bir kenara çekildi ve izlemeye başladı, bu izleyişi can sıkıntısı dolu günlerin ardından büsbütün bir hikâyeye tamamlanacaktı…

Gümüş boyunlu, mavi kuyruklu sırça kuşu, aslında sesiyle değil ıslak havaya düşen sıcaklığı ile belirdi en önce; taze dinen yağmurun ıslaklığını döven yumuşak rüzgârlar vardı havada. İnsan bir ağacın altında bir sabah, bir akşam olan gökyüzünü seyrederken, o ağacın dallarından birine kondu ve yanan gözleriyle etrafı izlemeye başladı, tedirgin. Başını hızlıca bir bu tarafa, bir o tarafa çevirip duruyordu. Avuç içinden ufak başının iki yanında, ismini aldığı, içi siyah şarapla dolu iki küçük kadeh vardı; uzak ülkelerin krallarının bahar aylarındaki şenlikler için bin bir özenle yetiştirdiği üzümlerden siyah şaraptı gözbebekleri. Tedirgin savruluşlarıyla titriyorlardı. Bir an önce yukarıya bir yerlere baktı sırça kuşu, boynundan başlayan ve kuyruğunda biten mavi desenler ışıkta yanıp söndü. Sonra başını eğdi ve şarkısına başladı. Anlattı… En çok da çöl masallarını anlatıyordu; âşıkları, aşkı hiç kimsenin duymadığı kadar sıra dışı yaşayanları, mesela âşık olduğu cariyesini her gece görebilmek için sefere çıkmayı unutan hükümdarları ya da yârine haber göndermek uğruna tüm servetini bohçacı kadınlara yediren beyzadeleri, ay ışığının haleldar aksini kuyunun dibinde bir daha görebilmek için günlerce gözünü kırpmadan bekleyen ve sonunda kör olan şaşkın talebeyi anlatıyordu. İnsan diline esrarengiz masallar dolamış bu kuşun mu yoksa onun diline doladığı esrarengiz masalların mı tutsağı oldu bilemedi; lakin ona tutulduğunu, o güzel şarkıları her gün duymak istediğini hissediyor ve derinden gelen bir sesle, sonu gelmeyen sabahlarda onun peşinden koşuyordu. Ve sonunda sırça kuşu da aşka gelmiş olacak ki en güzel masalını söylemeye başladı… İnsan o ağacın altında, kuş insanın elini uzatsa yakalayacağı kadar yakınında bir süre kıpırdamaksızın durdular. İnsan gün yüzü görmemiş hayallerin ılık koynunda uyuyakaldı, oracıkta.


***

Yaşlı bir adam vardı rüyasında; mavi entarisini odanın kirli zeminine yayarak pencerenin kenarındaki derin bir koltuğa oturmuş, bir işlerle meşguldü. Tavandan neredeyse yere kadar uzanmış ipin ucunda parlak bir kandil asılı durmakta, elinden geldiğince simsiyah odanın içini aydınlatmaktaydı. Etrafında, insanın ormanda gördüğü kırmızı kelebeklerden biraz büyükçe peri kızları uçuşmakta ve kandilin göğsünden topladıkları boncukları o yaşlı adama vermekteydiler. Bu mavi, lacivert ve siyah, sarı, turuncu, pembe, kırmızı ve mor boncukları, upuzun bir ipliğe dizmekteydi adam. Yorgun elleri, odanın dört bir yanından gezinip gelen, belki de yüzlerce metre uzunluğundaki ipliği kavrıyor ve boncuklarla işliyor ve de yaşlı adamın dudaklarından sabah yeli gibi ince, tuhaf, mistik sözcükler dökülüyordu. Ne söylediğini anlamak zordu, bu yüzden insan çekinerek yaklaştı ona. Yaşlı adam onu hissetmiş gibi gözlüklerinin üzerinden etrafına bakındı ama insanı da göremedi, bakışlarındaki boşluktan bunu anlamak mümkündü. Bir şekilde ondan uzak durmasını öğütlüyordu bu bakışlar sanki… İnsan daha da yaklaştı. Yaklaştıkça adamın tuhaf bir heyecanı duyumsadığını, giderek daha çok titreyen ellerinden anladı. İnsan meraklandı. Eprimiş kumaşın yılgınlığındaki bu ellerin dokusunu, sonra odanın loşluğunda parıldayan boncukların tadını, ipin keskinliğini, dudaklarındaki kelimeleri merak etti, duymak istedi. Ellerini uzattığında kocaman bir çığlık attı adam. Elinden boşanan ipliğin üzerinden saçılıyordu boncuklar, yere çarptıklarında korkunç bir ses çıkartıyorlardı. İnsan, yaşlı adamın yüzündeki korku dolu ifadeden, eskisine nazaran şimdi korku ve panikle daha fazla titreyen ellerinden, hayret dolu çığlıklarından ziyade o boncukların zemine vururken çıkarttıkları tok sesten rahatsızdı. Bu rahatsızlığıyla o da yıkılıp kaldı.

***

Gök gürültüsüyle uyandı insan rüyasından; gâh uzakta bir yerlere, gâh ormanın tam göbeğine düşen yıldırımlarda, ormanın kendine has sükûnetini parçalayacak bir kudret, o patlayan ışık ve ses vardı. Karanlık ve suskunluk boydan boya yarılırken orman tümden çıplak kalıyordu. Bu ağaçların, onların gövdelerine tutunmuş yosunların ve mantarların, bir ok ucu gibi boşluğa uzanmış rutubetli yaprakların, o çiğ toprağın ve çamur kokusunun, onun içinde neşeyle dans eden kurtçukların ve sülüklerin, vızıldayan sineklerin gözünden nasıl kaçmış olacağına şaşırıyordu insan ve ormanın bu iki yüzünün aynı olacağına inanmak istemiyordu. İnsan şaşkındı, boş gözlerle bakıyordu etrafına… Korku dolu yüreği kuşların şarkılarını da çoktan unutmuştu. Koşmaya başladı; kulaklarını yırtan sesten de, tenini döven yağmurdan da, bakışlarına dolan arsız ışıktan da tiksindi ve zihnine yığılan firar fikriyle, oysa nereye gittiğini de bilmiyordu, koşuşturdu. O kaçmak ve kurtulmak istedikçe duyularının keskinleştiğini hissediyor ve daha da hızlanıyordu; nihayetinde bir aydınlığa serinmiş yolu takip ederek garip suratlı ağaçlarla zebanileri andıran çalıların gizlediği küçük bir kulübe buldu. Tabiatın tekmil feryatlarında ve kendini bilmez ışık oyunlarında karanlıkta kalmış, huzur timsali odanın bir kurtuluş olmasıyla umutlandı. Tenini yırtan dikenleri bile aldırış etmedi; omzunu parçalamak pahasına kulübenin yaşlı kapısına yaslandı, içeriye kapıyı kırarak girdi. Odanın içinde yalnız kaldığı zamanlar bu zorlanışın bir ikaz olma ihtimalini düşünecek ve tenindeki sıyrıkları efsanevi bir zaferden arda kalmışlarcasına sevecekti.

İnsan o geceyi karanlıkta, ama içinde hissettiği duru bir mutlulukla geçirdi; kendini hiç olmadığı kadar yalnız ve biçare hissettiren dehşet tablosunun hatırası silindikçe aklından dinginliği de derinleşiyordu. İçindeki duygu ne çılgıncaydı, ne de şen kahkahalar doğuracak kadar coşkuluydu; bu mutluluk emniyet duygusunun doğurduğu tuhaf, serin bir histi, insanın göğsünü genişletiyor ve tatlı bir yemiş gibi tadını yavaşça yayıyordu. Bağımlılık yarabilmesi mümkündü; fakat ferah bir nefes gibiydi ve güzeldi. Bu mutlukla pencerelere vuran yağmur da dahi gizli bir ahenk bulmak, onu bir keyif nesnesi haline getirebilmek mümkün olabilirdi, ne var ki sabah yine her şeyi yeni baştan yarattı.

Sabah hiç görmediği kadar büyük bir aydınlık ile geldiğinde insan, içinde yeniden doğurduğu mutluluğun tesiri ile değil, gece boyu her yıldırımda ve rüzgârın her çığlığında yüreğine nöbetler halinde çarpan kasvetin etkisiyle gözünü dahi kırpmamıştı. Kulübenin pencerelerini zorlanarak açarken, bu yüzden bu parlaklığı uykusuzluğun yarattığı o yalancı tazeliğe bağladı. Ama vaziyetin bambaşka olduğunu anlaması uzun da sürmedi; evet, dün gece vücudunda bir mucize daha peydahlanmıştı, gözleri şimdi her şeyi daha iyi görmekteydi. Ormanın içinde dolaşırken bunu tekrar ve tekrar tecrübe etti; karlarla örtüldüğünde şefkatli bir ele dönüşen ağaç dallarını, yemyeşil çimenleri, kuşları –rengârenk tüyleri ve güzel sesleriyle bütün o ötücü kuşları- gördü. Eskiden boşlukta bir hayal gibi gezinen ve suya düşen bir damla boya gibi genişleyen, genişledikçe derinleşen, gerçeğin ellerinde bir serap olan tüm suretleri eskisinden daha da açık, oldukları gibi görüyordu. Bu sertlik bir kez daha korkuttu onu, hiçbir nesne eski yumuşak hatlarında belirmiyor ve o yumuşaklığın yarattığı derinlik duygusunu yaratamıyordu. Asıl şimdi oldukları görünen tüm bu canlılar bu hatları belirgin, keskin halleri ise, tuhaftır, eski hallerinin ucuz bir kopyası gibi duruyordu. Belirsizliğin o lezzetli hali kaybolmuş, her şey sınırlarında, o sınırlı vücutlarında yavanlaşmıştı.

Hayal kırıklığı ile dolaştı insan ormanda; gerçeğe yenilmişti adeta. Kaybetmeye mahkûm birini çağrıştırıyordu, mücrim gibiydi. Kulübesine dönmek ve bir kez de ormanın bu halinden kurtulmak istedi. Kendini bitkin yatağına attığında ağzından göğsüne doğru sokulan hayali bir eli hissetti, ilerliyordu karnına doğru. O denli çaresizdi ki karşı koyamadı, ellerini iki yanına açıp teslim oldu; içten gelen bir gülüşe veya ağlamaya ve de kadere teslim olur gibi şuursuzdu. El içine ilerledikçe tüm tabiatın ve kelimelerin, yoksul mazisiyle hatıralarının yeni halleriyle, yani insanın nihayet olduğu gibi görebildiği halleriyle içine doğru itildiğini duyumsuyordu. İçi genişlemekteydi. Bir an durduğunda el, tüm dünyayı yutabileceğini düşündü insan; evet, yutabilirdi, her şeyi olduğu gibi karnına sığdırabilirdi. Büsbütün teslim oldu, bu kez iştahla. Ağaçları, çalıları, çimenleri, kuşları ve diğer hayvanları, onların seslerini, güneşi ve onun ışığını, yağmuru, bulutu ve ebemkuşağını, masmavi gökyüzünü ve karanlık geceyi, mehtabı, toprağı, madenleri, çamurları, nehirleri ve nehirlerin şekillendirdiği kayaları, çakılları yuttu; hepsini kendi içinde bir yere koydu. Koyacak yer bulamadığı, anlamlandıramadığı rüyalarını da ya dışarıda bıraktı ya da kustu; rüyasında gördüğü o yaşlı adamı, rengârenk boncukları ve ipliği kustu. Karnında taze bir dünyanın doğduğunu hissettiğinde düşünceli ve mağrur, biraz da yorgundu. Kendi karnına çekilip geceler boyunca uyudu.

Uyandığında kulübesinin kapısını yavaşça araladı, içindeki dünyada mutluydu. Etrafına bakındı, içinde her şeye rağmen inanca dair bir açlık hissetti. Doldurulamaz bir boşluktu bu ve yeryüzünün tüm rüzgârları bir olup bu boşluğa doluyor ve üşütüyorlardı insanı. Bu üşümelerde histerik titremelerin tesirindeki insan, elini kaldırmaktan bile aciz, küçük, sevimsiz bir yaratıkken, mecburen kendi içine doğuyor ve dünyasına, ormana baktığında içindeki dünyadaki mutlulukla güzelleşip, korkuyla çirkinleşen, riyakâr ikinci bir âlem görüyordu. Bu âlemin iki suretinin arasında, boşluktan akan mürekkepten bir ırmak vardı.

Hiç yorum yok: