30 Temmuz 2009 Perşembe

TANPINAR ÜZERİNE BİR DENEME...

Edebiyatımızın nevi şahsına münhasır ismidir Ahmet Hamdi Tanpınar; belki de onu bir çırpıda özetlemenin en iyi yolu bu ifadeden geçer. Bununla beraber onun kendine has şiirsel üslubunu, metinlerindeki çok boyutluluğu, işlediği konuların derinliğiyle Türk edebiyatının sonraki nesilleri üzerindeki muazzam etkisini dillendirirsek onun bu müstakil şahsiyetinin öne çıkan yönlerini de göstermiş oluruz. Fakat Ahmet Hamdi’yi hakkıyla anmak için sadece bu sıfat, bu betimleme yeterli olur mu; elbette ki buna olumlu cevap vermek zor. Fakat hiç değilse tamamlanmış ve tamamlanmamış eserleriyle karşımızda; bu eserleri iyi değerlendirmenin, şahsiyetini hayatın her sathına yaymış bu insanı, tüm zorluklara rağmen daha yakından tanıma fırsatı verdiğini düşünüyorum.

Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü; Bilinen Tanpınar…
Her büyük yazarın kendisiyle özdeşleşen bir eseri vardır muhakkak; bu eserler, yazarın karakteristik özelliklerini yansıtabileceği gibi, yazarın diğer eserlerinin yanında aslında alelade bir konumda da bulunabilirler. Bugün Tanpınar denildiğinde akla ilk önce Huzur, ardından Saatleri Ayarlama Enstitüsü gelir. Peki, bu iki romanın benim gözümde yazarın külliyatında işgal ettiği yerler nelerdir?

“Zaten Boğaz’da her şey bir akisti.
Işık akisti, ses akisti; burada insan bile
zaman zaman bilmediği bir şeyin aksi
olabilirdi.” ~Huzur
1948 yılında tefrika edilen, 1949 yılında kitaplaşan Huzur, benim Tanpınar’ın okuduğum ilk kitabıdır. Mümtaz ve Nurhan’ın aşk hikâyeleri etrafında kurgulanan romanda, bu hikâyenin altına aslında başka bir açıdan, Mümtaz’ın şahsiyetini biçimlendirme, bireysel ve toplumsal olarak hayattaki duruşunu belirleyebilme mücadelesi anlatılır. Bu yüzden sorgulamalarla sıkça karşılaşılan kitap da gözümde birkaç yönüyle parladı. Bunlar uzun uzadıya yapılmış psikolojik tahliller (~gerek bireye, gerek topluma ilişkin olanlar) şiirsel anlatım, Doğu ve Batı meselesi şeklinde özetlenebilecek medeniyet meselesine ilişkin tespitlerdi. Tüm bunlarla harikulade bir eser olan Huzur, dürüst olmak gerekirse, belki de eseri etraflıca değerlendirebilecek yetkinlikte olmadığımdan, üzerimde roman olarak şaşırtıcı bir etki de yaratmadı.

Tanpınar’ın okuduğum ikinci romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’dür ki her ne kadar Tanpınar, bilhassa lise edebiyat derslerinde Huzur romanıyla özdeşleştirilse de bu kitabın kendisinin en kaliteli eseri olduğunu düşünüyorum. 1954 yılında tefrika edilen ve nihayet 1961 yılında, Tanpınar’ın ikinci kez elinden geçerek yayımlanan bu romanda Hayri İrdal adlı karakterinin sıra dışı akıbeti aktarılır; ancak bu sıra dışılık masalsı olmaktan ziyade ironiktir. Hâlihazırda Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Huzur’dan ayıran en büyük özellik de budur zaten… Hayri İrdal aslında Mümtaz gibi, Behçet Bey gibi, Cemal gibi bir içe dönük karakterken Tanpınar ona diğer eserlerindeki karakterlerden farklı olarak dışından yaklaşmış, olayları diğer eserlerindekinden daha ustaca bir kurguya oturtarak klasik roman çizgisine daha çok yaklaştırmıştır. Belki de Tanpınar tarafından yeniden elden geçirilmesinin artısıyla, bir bütün olma açısından Saatleri Ayarlama Enstitüsü Huzur’dan daha fazla romandır ve Tanpınar’ın edebi şahsiyetini ortaya koyar; Huzur bu bakımdan birazcık eksik kalır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanpınar’ın karakteristik özellikleri olan zaman fikrinin, ironinin, nesnelere bir insanmışçasına yaklaşmanın, toplum ve insan psikolojisine derinlemesine bakışın tüm güzelliklerini taşıdığı bir eserken, Huzur daha ziyade yazarın diğer eserlerindeki şiirsellikten izler taşır. Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde toplumun ve insanın karakterinde hiç fark etmeden taşıdığı ironiyi doğrudan gözlerimizin önüne sererken, bilhassa Mübarek’in ve İsprizma Cemiyeti’nin anlatıldığı bölümlerde insanın içinde büyük kahkahalar doğurur ki bu ve benzeri bölümler romanın çoğunluğuna yayılmıştır. Oysa okuyanların ayırt edebileceği üzere Huzur çok daha ağır başlı ve daha ziyade sükûnetin hâkim olduğu bir romandır.

“Ve ben yalnız, odada, başım
iki elim arasında şaşkın ve
budala ‘Beethoven, Nietzsche,
…, Schopenhauer, psikanaliz’
diye tekrarladım. Ah kelimeler,
isimler ve onlara inanmanın
saadeti…” ~Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Şimdi burada bir virgül koyup değerlendirmek gerek… Gerçekten de Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Tanpınar’ın her bakımdan ön plana çıkmış eserleridir, fakat bu bir tesadüf değildir. Tanpınar’ın diğer romanları Sahnenin Dışındakiler ve Mahur Beste (tamamlanmayan Aynadaki Kadın ve Ayna kitaplarını dışarıda bırakırsak) ile hikâye kitapları Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Yaz Yağmuru da göz önünde bulundurulduğunda aslında yazarın iç içe geçmiş iki farklı üslubunun bulunduğu sonucuna ulaşılabilir; Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar külliyatı içinde bu bakımdan birer fenomendirler. Huzur’un temsil ettiği kanatta, daha ağır başlı, dili daha şiirsel ve tür olarak değerlendirildiğinde romandan daha ziyade Çehov tarzında yazılmış uzun hikâyeleri andıran eserler bulunur ki Sahnenin Dışındakiler ile Mahur Beste’yi bir çırpıda bunun örnekleri içinde saymak mümkündür. Ayrıca hikâye kitaplarındaki çoğu hikâye de bu kategoriye dâhil edilebilir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü ise klasik romanın özelliklerine daha yakındır, ayrıca biraz önce bahsettiğim gibi ironinin had safhada olması yazarın bu kategorideki eserlerinin ortak noktasıdır ve Tanpınar, bilhassa Abdullah Efendi’nin Rüyaları, Evin Sahibi gibi hikâyelerinde bu üslubu daha ön planda sunmuştur. Kısacası tek bir adamın içinden çıkan iki ayrı yazardan bahsetmek, söz konusu Tanpınar ise çok da abes olmayacaktır. Fakat Tanpınar her ne yazarsa yazsın boş yazmamış ve her kelamında ayrı bir edebiyata can vermiştir; ben şahsen ilginç bulduğum iki yapıta değinmek istiyorum.

Mahur Beste ve Tanpınar
Tanpınar’ın her ne yazarsa yazsın boş yazmamış ve her kelamında ayrı bir edebiyata can vermiş olduğunu söylemiştim; bunun bizi götürdüğü sonuç onun her eserinin ayrıca incelenmeye değer olmasıdır; bunu bilhassa diğer eserlerine nazaran geri planda kalmış Mahur Beste ve hikâyeleri için söylemenin elzem olduğunu düşünüyorum. 1945 yılında tefrika halinde yayımlanan, nihayet 1975 yılında bir bütün halinde basılan, aslında roman olarak kabul edilebilmesi bile güç Mahur Beste’de, benim bir örneğini daha görmediğim bir tarzda, çok ilginç bir biçimde, romanın akışı olaylara değil kişilere bağlanmıştır. Ortada gelişen bir olay yoktur, kitabın ana karakteri olan Behçet Bey’in vaziyeti, onun muhayyilesine tesir etmiş kişilerin hikâyeleriyle anlatılır. Bu, romanın yazarın kalemiyle açılan bir kapıdan eve girer gibi açılmasıdır; kişilerle beraber biz Behçet Bey’in hane-i şahsiyetinin odalarını teker teker ziyaret ederken, belki de onu hiç tanıyamayacağımız kadar iyi tanırız. Zaten Tanpınar, kitabın sonunda birinci ağızdan Behçet Bey’e yazdığı mektupta bizzat bunu dillendirir.

Freud ve Bergson’un beraberce
paylaştıkları bir dünyanın
çocuklarıyız. Onlar bize sırrı
insan kafasında, insan hayatında
aramayı öğrettiler.” ~Mahur Beste

Tanpınar’ın Behçet Bey’e yaklaşım tarzına ilişkin bir bilgi aradım ancak bulamadım; yapılan çözümlemelerin ise daha ziyade teknik olduğunu gördüm. Burada aslında Tanpınar’ın farklı bir yaklaşım yöntemi geliştirdiğini düşünüyorum. Okuduklarım arasında Orhan Pamuk’tan Sessiz Ev, Adalet Ağaoğlu’ndan Bir Düğün Gecesi gibi romanlarda buna benzer bir yapı olsa da, onların bilinç akışı tekniği ile, yani yazarın hadiselere içeriden baktığı bir gözlemle yazıldığını biliyoruz. Benim bu tarzda okuduğum tek roman ise Oğuz Atay’dan Tehlikeli Oyunlar… Behçet Bey muhterem pederi İsmail Molla Efendi’nin, Atiye Hanım’ın ve bir yığın karakterin hikâyeleriyle bize dolaylı olarak anlatılırken, Tehlikeli Oyunlar’da bu kez Hikmet Benol, Sevgi, Bilge, Hüsamettin Tambay gibi karakterlerin hikâyeleriyle anlatılmıştır. Psikolojiye ve bilhassa devrin modası olan psikanalize kafayı fena halde takmış olan Tanpınar’ın, romanı yazarken seçtiği bu kurgu da aslında psikanalizin bir nevi romana giydirilmesidir. Daha önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, Hayri İrdal’ın hikâyesinde bu tekniğe değinen Tanpınar, bu kez ironiyi bir kenara da bırakmıştır üstelik. Aynı hevesin Oğuz Atay’da dolaylı olarak belirdiğini düşünüyorum.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Tanpınar
Tanpınar’ın bir diğer ele alınması gereken eseri ise işte bu hikâye: Abdullah Efendi’nin Rüyaları. Yazarın 1943’de aynı adlı kitabında yayımlanan bu hikâyesinde, Abdullah Efendi’nin bir gece boyunca gördükleri anlatılır fakat yazar betimleme yeteneğini öyle iyi kullanmıştır ki görülenler rüya mıdır gerçek midir, ayırt edilemez; zaman zaman kısalan cümleler ve somut ifadelerin birkaç cümle hemen sonrasında karşımıza çıkan uzun uzadıya betimlemeler ve ağdalı dil, Abdullah Efendi’nin gözünden hayalin ve gerçeğin ardı ardına birbirlerinin yerine geçmeleridir. Bu şekilde, toplam ondan biraz fazla sayfadan oluşmuş bu hikâye yazarın en yetkin eserlerinden biri olur. Tanpınar’ın şahsiyetinin müzmin rahatsızlıklarını en güzel biçimde anlatan bu hikâye, toplum içinde yalnızlaşan bireyin gözünde toplumun kendi içindeki alelade işleyişinin bir anda nasıl çirkinleştiğini gözler önüne serer. İnceden inceye işlenen sahneler, muhayyiledeki kırılmalar ve nihayet yazarın kendi vücudunu lokantada bırakıp gezinmeye başlamasıyla hikâyeyi istila eden grotesk öğeler, metnin can damarlarını oluşturur.

Abdullah Efendi’nin Rüyaları’nın onu özel kılan yönlerinden biri Tanpınar’ın, biraz önce iki ayrı üslup, tek yazar şeklinde özetlediğimiz edebi şahsiyetinin tüm değerlerini kapsamasıdır. Öyle ki bu öykü için Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar bütün, Huzur kadar şiirsel demek mümkündür; romancının dili, üslubu, kurgusu ve tespitleri her bakımdan bu hikâyede bulunabilir, bu yüzden en az Huzur kadar munis, Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar ciddidir.

***

Tanpınar’ı anarken kullandığım ilk ifadenin, yani onu nevi şahsına münhasır olarak anmanın dahi, yazarın renkli karakteri yanında fazlasıyla basit kalacağını söylemiştim. Belki de onu tanımanın en iyi yolu eserlerini tekrar ve tekrar okumaktan geçer. Ne yazık ki hiçbir zaman yazmak için yeteri vakti olmayan Tanpınar, tarz ve kıymet olarak kendisine yakın birçok yazar, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali gibi ardında yeteri kadar eser bırakmadan aramızdan ayrılmıştır. Yazdığı birçoğu sonradan derlenmiş eserlerinin edebiyatımızdaki tesirini düşündüğümüzde, hayatının otuz-kırk yılını yazmaya ayıran bir Tanpınar’ın erişeceği noktayı tahayyül etmek çok da zor değil…


Hiç yorum yok: