14 Aralık 2008 Pazar

KARANLIK ODA*9


Bana sorsanız yırtıp atardım hepsini; hayır, mağlubiyetin ezikliği ile bir köşede ağlayıp mektupları parçalayan kırgınlar gibi değil düpedüz delirmenin eşiğine gelmiş asabiler gibi. Böylesi, böylesi kitaplar, böyle çılgın cümleler ifrittir, zehirdir bizim için… Hele öğretmen olsam bir dakika görmeye tahammül edemezdim, çocuklarımın elinden kaptığım gibi, işte demin bahsettiğim o asabi adamın halet-i ruhiyesi ile hepsini paramparça ederdim. Zavallı anneler babalar debelenip duruyorlar çocuklarını kötü alışkanlıklardan, içkiden, kumardan, sonra uyuşturucudan uzak tutmak için. Bu yüzden çocuk eline iki kitap aldı mı seviniyorlar fena alışkanlıklardan şükür şimdilik uzak duruyor diye, ben kendine böyle ihanet eden başka bir canlı görmedim. Hele ki bazısı var hemencecik seviniyor çocuğum âlim olacak diye, oysa bilmiyorlar gerçeği; ah bir bilseler!

Efendim, bakmayın siz o kitapların, kitaplardaki cümlelerin, cümlelerdeki kelimelerin ve kelimelerdeki manaların çekiciliğine… Bunlara aldanmayın cidden… Bir de, bir de sokaktaki hayatların yıpranmış, kirli görüntüsüne aldanmayın. O tinerci çocuklar, serseri gençler aslında gördüğünüz kadar kötü değil. Bilakis acıları var oluş sancısından ibaret pek çoklarından gerçek acıyı tadabildikleri için daha şanslılar, biraz da iyiler. Evet, aslında kötüler ama işte bu pezevenkler, torbacılar, sefil dilenciler aslında olabilecekleri kadar kötü değiller. Hatta ülkemize özgü şartlarla değerlendirelim kötülükte muzırlıkta Marks’la, Engels’le kıyas kabul eder cinsteler. Bu kitaplar var ya işte bunların içinde tüm sokaklardan daha kötü o adamlar var çünkü. Ne yankesici, ne değnekçi, ne fahişe; sokağın bir köşesinde sessizce oturmuş kalabalığı izleyen adamları anlatıyor bunlar. Dilenci olsa yine iyi para istemeyecek, paraya ihtiyaç duymayacak türden adamlar bunlar. Anlatabiliyor muyum, bu kitaplardaki adamlar normal değiller; bazısı gerçekten kaçık mesela, söylediklerinde bir tutarlılık, bütünlülük yok. Koskoca adamlar olmayan yerlerden, olmayan insanlardan bahsediyor, tüm bunlar müthiş bir ciddiyet içinde sadece okunmuyor bir de tartışılıyor. Sokaklar böyle adamlarla dolmuş; artık şu hayat ki onları tatmin etmiyor. Neden etsin, rüyalarında her gün savaşan adam ertesi gün okula neden gitsin? Gitmez… Bazısı var olaylardan pay çıkartıyor, zannedersin ki hayatta her şeyin, her olayın bir manası var, hepsinden bir ders çıkar. Türlü türlü acayiplik var bu kitapların içinde. Neden olmasın, bu kitapları yazanlar normal değilki! Yahu normal adam kitap yazar mı gider hayatını yaşar. Yaşayabilen insanlara bakın çoğunun başka bir iş yapmaya vakti yoktur, olamaz da; böyle zengin bir hayatta insan okuyup yazacak kadar vakit bulabiliyorsa zaten bir problem vardır. Tüm bu ifritler hiçbir şeyden değilse işsizlikten, ataletten doğar. Ben bu yüzden hepsini paramparça etmek istiyorum; ah bir öğretmen olabilseydim parçalardım bütün o kitapları, o kitaplar ki en kötü adamlardan daha tehlikelidirler.

Mesela bir Schopenhauer Efendi, ne ister aşktan, aşıkları kıskandığı için, hiçbir kadını sevemediği için mi böyle darmadağın etti onu? Beynimize, gencecik fikirlerimize neden ekti nifak tohumlarını? Ya o pos bıyıklı amca ne istedi bizden; güzel şeyler anlattı tamam ama anlattıklarıyla yeni baştan onlarca soruyla baş başa kalacağımızı görmedi mi? Oğuz Atay, Hemingway, Palahniuk ve o meşhur işbirlikçiler: Onların en başında şu Selim gelir, Selim Işık. Tyler Durden var bir de, o çocukluğumuz boyunca beklediğimiz, hayat boyunca bekleyeceğimiz türden kahraman… Bize sahip olamayacağımız şeylerin değersizliğini anlatırken ileride sahip olacağımız pek çoğunun anlamsızlaşacağını nereden bilebilirdik? Biz bilemezdik ama ya siz, siz ne istediniz bizden, hayatı niye delik deşik ettiniz? Dostoyevski, korkarım pek çok insanı kendin gibi mutsuzluğa, titreyerek kendilerini kaybettikleri nöbetlerine ve pek çok derin düşünceye mahkûm ettiniz. Evet, en çok siz, insanları pek çok insandan daha iyi tanıyan siz. Sizler kötü bir arkadaştan, zeki bir düşmandan daha tehlikeli dostlarsınız. Aklınızla, isabetli fikirlerinizle, ne acıdır pek çok zaman karanlığınızla tüm dünya nimetlerinden daha çekicisiniz; aklınızdakiler, düşünceleriniz, onlar tüm gerçeklerden daha parlak. Güzel, ne var ki yanlış, tam bir deli saçması.

Bilmediğinizden sanırım, böyle bir zır delilik kesinlikle bilmediğinizden! Kaç yıllar boyunca sizin kadar cevval beyinlerin anlamları yüceltmek adına yaptıklarını hep kendini kandırmaktan ibaret görmek olsa olsa delilik. İnsanlığı yüzyıllar boyu peşinde bunun için koşuşturup durmalarını, tüm varlıklarını adayacakları bir anlam aramalarını, tüm yönlerini tek bir yerde birleştirme çabalarını görmezden gelmek, inkar etmek de neyin nesi? İnsanla hayatı, insanla kendisini ayrı kılmak, böyle düşüncelerle, bilgilerle, bilimlerle parça parça etmek… Sizin, insanlığın kafasına böyle fikirleri, idealleri, kavramları sokanların gerçekten kendinden utanması gerek, farkında olmadan da olsa doğru-yanlış, iyi-kötü diye insanları yaşamaktan alıkoyanların, yüzyıllar önce Vahdet-i Vücut diyenlerle rastlaştığında yüzünü yere eğmesi gerek. Tüm dünyayı, hatta fikirlerle hayatı dahi tek bir bütün olarak görmeye çalışanların kafasındaki her şeyi parçalayıp onları hayata karşı savunmasız bırakmanın vebalinin altından kalkılabilecek bir şey olmadığını görmelisiniz. Pekala zekisiniz, inandığımız pek çok şeyin yalan, yanlış, eksik olduğunu anlayabilecek kadar zekisiniz. Kaleminiz sağlam, bu eksiklikleri sadece gösterebilecek değil hissettirebilecek kadar da yeteneklisiniz; bir kelimeniz, bir cümleniz dahi o içimizi parçalamaya, orada koca bir boşluk yaratmaya ve o boşluğun derin ızdırabını duyurmaya yeter. Ama ne olacak, ne fark edecek? Yıkıp geçtiniz, insaflınıza denk geldik veyahut biraz daha aptalınıza bize bir de inanılacak bir anlam bıraktı, bıraksa ne olacak? Ya yüreğimizdeki, varlığımızdaki o büyük boşlukla titreye titreye, hayattan bir zevk almadan yaşayacağız ya da sarıldığımız o yeni anlamla, her yıkılan anlamda artan yalan yanlış olma ihtimalini de duyarak biraz güzelce fakat elimizdeki o anlamı da yıkacak yeni peygamberimizi bekleyerek günlerimizi geçireceğiz. Hiç umutla korku bir arada olur mu? Yeni bir anlamın peşinden koşarken, ona kavuşabilme umuduyla yaşarken, sarıldığımız ve sarılacağız tüm anlamların aynı derecede kifayetsiz olduğu gerçeği ile yüzleşme korkusunu aynı yürekte yaşatmak mümkün müdür?

Bırakın efendim yaşasınlar… Düşünmesinler, nefes alıp vermekle yetinmeyip yalnızca yaşasınlar; inanmadan, sorgulamadan yaşasınlar. Giderek büyüsünler, okuyup adam olsunlar, iyi mevkilere gelsinler, bürokraside veya ticaret camiasında dallanıp budaklansın insanlar. Elleriyle, kollarıyla değil emir erleriyle dokunsunlar, dalkavuklarıyla hissetsinler. Bir kadının koynunda yatarken ikisi arasına bu muazzam kuvveti koyan realiteyi düşünmesinler de manzaranın keyfini çıkarsınlar. Âşık olduklarında içlerinde hissettiklerinin kudretini ve manasını değil de verdiği azabı hissetsinler; böyle yapsınlar da azaplar lezzete dönüşebilsin, anlamın içinde olmanın verdiği boşluk duygusunu duyurmak yerine. Yalanlara inansınlar, hakikat gibi inansınlar içlerinde en küçük bir şüphe duymadan. Evlenip bir aile kursunlar da tabiatın bu yüzyıllardır sahnelenen piyesinde bir role soyunabilsinler anne-baba olarak ve sonra çocuklarının saçlarını okşarken yalnızca şefkati duyabilsinler. Her şeyde bir neden, bir sebep aramasınlar artık, mantıklı olmak denen şeyi bir kere atsınlar kafalarından. Basit, öylesine yaşamanın erdemini hayatlarının her dakikasında görebilsinler; bir kızı sevdiklerinde, tuttuğu takımlar maç kazandığında, evlerine yeni bir mobilya aldıklarında mutlu olsunlar, insanı yücelten böylesine küçük mutluluklardır.

Hayatta bir anlam arayıp duruyorsunuz, duruyoruz; korkum odur ki aradığımız şey hakkında pek az şey biliyoruz. Daha da fenası daha fazlasını bilmemiz de mümkün değil; zira hayat ince fakat uzun bir çizgi, her köşesini saptamak da imkânsız. Kısacası ne olduğunu bilmediğimiz, hatta var olup olmadığını bilmediğimiz bir şeyin anlamını tayin etmeye çalışıyoruz. Git gide körebeye benzeyen bir arayış, nereden geldiğimiz belli değil ki nereye gittiğimizi bilelim; kayıbız. Böylesine kaybolmuş bir halde de fena halde anlamsızız. Fakat teselli odur ki bu anlamsızlığımız için de herhangi bir anlam seçmekte de o kadar hürüz. Yeter ki oyunu kurallarına göre oynayalım, bu anlamın sınırlarını anlamsızlığın dışına çıkarmayalım, yalnızca yaşayalım. Gerekirse putperest olalım, ben yapmam ama gerekirse olmayacak şeylere tapalım. Mütevazı yaşamayı küçük görüp erdemle bilinçle sulanmış bereketli topraklara göç ederken, aslında o toprakların dünyanın her yerinden çorak olduğunu anlayanların, sonra kendini bu kuraklığa, bu yaşamsızlığa mahkûm edenlerin verdiği akıllara inanmayalım. Yalnızca hayatın bir köşesinden tutabilelim…

Sizinle kavga edecek halde değilim; pekala yanlışım, pekala eksiğim ama yaşayabilmenin huzuru içinde bunların hepsini unutabilecek bir kabiliyete de sahibim. Tek umudum ölüm gelinceye kadar yaşayamamak haricinde hiçbir şeyden korkmamaktır. Siz de rica ederim bana dokunmayınız; okuyunuz yazınız kitlelere ulaşınız, toplumda yerleşmiş tüm kalıpları yıkıp çığır açınız ama bana dokunmayınız. Gerçeklerden, doğrulardan ve erdemlerden dahi vazgeçtim yeter ki küçük heveslerime, aptalca hayallerime, hayata bağlanmış olduğum pamuk ipliğini elinizi sürmeyiniz. Hayatımı bir arayış olarak değil kendisi ne ise o olarak yaşamak istiyorum; her manayı paramparça ettiniz bari bunu bana bırakınız. Hiçbir şeyin hatırı yoksa yokluğun ve naçizane dostum anlamsızlığımın hatırına…

Hiç yorum yok: