21 Şubat 2009 Cumartesi

KARANLIK ODA*21

Bembeyaz sayfalar olurdu eskiden olsa; o kadar beyaz olurlardı ki üzerlerine sürülen her bir mürekkep damlası kirletirdi onları. Ben öyle hissederdim, hepsine çaresiz ağlamaklı bakardım sonra, hepimize yazık olurdu. Sonra biri geldi, Ezgi diye, tüm o boş sayfaları yırttı. Bununla kalmadı ilmek ilmek dokuduğum, sonsuz emek verdiğim uzun ve anlamlı cümlelerimi, geçmişimizi, yırtıp attı. Bir ihanetten, bir ifritten hayırlı şeyler doğmaz biliyorum, bu sefer de doğmadı. Lakin sonumuz korkunç bir yalnızlık oldu da en azından herkes ağır bir yükten, şu hayattan kurtuldu. Konu dağılsın istemiyorum fakat, fakat öyle bir şey oldu ki işte tam da bugün, kalbimin kapıları yeniden açıldı.

Sigaradan bir nefes aldım da kafam yerine gelsin diye, zihnim sigara dumanı gibi eğilip bükülüp sonra kayboldu hava gibi bir bilinmezliğin içinde.

Bir iyi, bir de kötü haberim var şimdi kendime… İyi haber, yok deminkinden daha sağlam bir şekilde cümle kurmaya başlayışım değil, işte demin bahsettiğim gibi kalbimin kapıları yeniden açıldı. Kötü haber, ne yazık ki yine dışarı çıkan kimse olmadı. Sayfalarca kustuğum şu iki kızdan Sıla’dan ve Ezgi’den herhangi biri dışarı çıkma nezaketini göstermedi. Beni bilirsiniz, onlar dışarı çıkmayınca ben de kovma cesaretini gösteremedi. Netice itibariyle bir cesaretsizlik bir nezaketsizliği doğurdu; ben zamanında yeteri kadar cesur olsaydım eminim sonuç farklı olurdu.

Ne olurdu, mesela en azından konu böyle dağılmazdı.

Bugün kasabada onu gördüm. Daha önce, çiftçiler tarlada çalışırken onu çitlerin kenarında durmuş, ufka doğru bakarken görmüştüm. Yanından geçip giderken uzun uzun bakmıştım ona, ta ki saçlarının sarılı turunculu rengi gözlerimi alıncaya kadar. Sonra vazgeçmiştim, arsızca gözlerini diktiği ufka doğru onunla bir olup seyre dalarken, kendi kötü sonumu hazırlamamak için utanabilmek istemiştim. Kendimi kıstırmama gerek kalmadı; bu garip tablo dağılıp gitti zaman içinde. Ben ayaklarımı yere süre süre yürümeye devam ettim, o da belli belirsiz yüzünü öte yana çevirirken tanışma faslımız sona ermişti.

Birkaç kez daha karşılaştık sonra; kendime acıyordum, onu görme umuduyla kasabaya ziyaretlerim artmıştı. Nihayet diyordum kendi kendime, içindeki bir şeyler canlanıyor, o ebedi döngüyü, o kaçnılmaz mağlubiyetleri tekrarlamak için… Hissediyordum kendimden saklasam da, fısıltı gazetesi yayıyordu haberi yavaştan tüm benliğimde. Zihnimde, yüreğimde, geçmiş ve gelecek fikrimde, acı ve sevinçlerimde gelecek bir bayram söylentisi yayılmaktaydı yavaşça. Ellerim, onu dördüncü kez yine kasabanın girişinde gördüğümde, gözlerindeki mavi pırıltıyı bu festivali başlatacak olan işaret olarak algıladı; titreyip terlemeye başladılar. Düpedüz göz göze gelmiş bakıyorduk birbirimize. Ellerim, onlar inanmıştı çoktan ama ben de bir işaret bekliyordum, inanmak için değil kaderin kimi zaman ortaya çıkan yıkıcılığına karşı inancımı kaybetmemek için. Çünkü halihazırda inanıyordum ona, inanmasam kendimi böyle kör bir kuyuya teslim etmezdim. Bir an titredim yine, ufaktan görünür oldu kaderin yıkıcılığı ve aklıma “sandığımdan aptal olma” ihtimalimi getirdi. Öyle ya cesaretle aptallık arasında ince bir çizgi vardı ki onu da sonunu görebilme gücü, yani akıl teşkil ederdi. Tüm sonuçları görüyor ve tüm olumsuzlukları göze alıyorsanız bu cesaretti lakin bir şey bilmeden kendinizi ateşe atıyorsanız işte bu aptallıktı; cahil cesareti de denilebilir kısaca… Ben şimdi o çizginin cesaret tarafında olmayı umut ediyordum; yoksa umut da mı aptallıktan bir alametti? Sesimi kestim bir kez daha bu yoldan çıkışı kaçırmamak için… O gözlerini kaçırıncaya kadar baktım. Ve sonra belli belirsiz yine göz göze geldiğimizi fark ettim, bu kez gülümsedi. Gülümsedi ve içimde satır satır akmakta olan kaderimi tersine çevirdi bana umut vererek; ben umuttan da olsa bir limana demirlemek istedim hep kendimi.

Ve bugün geldi sonunda; bugün yine evet, onunla bir yerlerde rastlaşabilmek için kasabadaydım. Ekmek ve biraz erzak aldım önce, sonra tütün almalıydım ama onu da alırsam burada kalacak sebeplerim tükeneceği için kasabayı dolandım biraz. İçine girdikçe, beni aylar önce büyülemiş olan Ortaçağ havasını uzun uzun teneffüs etme imkânı buldum. Bana gizliden de olsa ilham verdiğini fark ettim sonra bu havanın, geçmişin büyülü yönüyle. Saman çatılı taş evlerin atmosferi birden farklılaştırması, yüksek çan kulesiyle kilise, ufka doğru uzayan sapsarı tarlalar ve yine yemyeşil ormanlar, insanların yüzlerini değil aileleriyle geldikleri bu pazarda bizatihi hayatlarını gördüğünüz pazaryeri, bisikletli çocukların dolandığı sokaklar, kaldırım taşlarına çarpa çarpa yuvarlanan misketler ve onlarca küçük detay, özlem duyduğumuz bir zamana taşıyordu bizi. Bir zamanlar… Bir zamanlar diyebildiğimiz o eski zamanlar, bir sis perdesinin arkasında yaşatıyor bizi adeta, ayaklarını bu gibi kasabalarda ayaklarını yere basarak. Bununla bitmez elbette, daha nelerde yaşıyor o eski zamanlar; antika dükkanlarındaki onlarca eşyada, eski filmlerde, o filmlerde oynamış aktör ve aktrislerde, sonra eski şarkılarda, eski zamanlara dair hikayelerde, kelimelerde… Eski şeyler yalnızca kendi varlıklarıyla yaşamıyor aramızda, hepsi geçmişten bir tutam gizem de getiriyor yanlarında. Cümlelerin bir kenarına saklanmış bir kelime ya da dile dolanan eski bir şarkı, geçmişin anlamları ve aşklarıyla bütünleşiyor hemencecik. Hepsi ne hikmetse kendilerine güzellik katan bu tozdan tülle kaplı, yani gizemle. Gizem hangi varlığa güzellik katmaz ki?

Gözlerinin parıltısını meydandaki pastanenin vitrininden görürdüm… O anda, işte tam da böylesi nedenlerden ilham veriyordu bana bu eski kasaba; o ufak tavırlar eski zaman aşklarının ilhamıyla güzelleşti birden. Gülümseyerek girdi içeri sonra ve mavi, çocuksu desenlerle kaplı önlüğünü giyerek tezgahın arkasına geçti. Ben onu epey uzak bir mesafeden, kalabalığa karışmış görüntüsüyle seyretmekteyken o, dolaptan çıkardığı kurabiyeleri tezgaha diziyordu. Ellerine baktım, her bir hareketinde ustasının ellerinde yeniden tüm mükemmeliyetiyle şekilleniyorlardı ve beyazlığı, kendi gölgesinde ışıkla besleniyordu bir an durmaksızın. Yaklaşmaya başladım yavaşça, belki ayaklarım kendiliğinden yürüdü ona ve ne hikmetse gözlerim kendiliğinden buldu gözlerini… Masmavilerdi; tüm hayatım boyunca yüreğimde taşıdığım duygular geldi aklıma. Ben ki onları bin bir gayretle kelimelere işlemeye çalışmıştım; oysa tümü bir çift göze nakşedilmişti çoktan. Saçlarının parıltısını aldı gözlerimi; turuncu bir ırmak güneşin ışıklarıyla köpürüp sarıya dönerek dökülüyordu omuzlarından… Kimi yerlerinde ince ince örülmüş olsalar da tüm varlıklarıyla özgürlerdi aslında, kendilerine dokunacak birini bekler gibi. Sonra bembeyaz tenine ve hayatın iç içe geçmiş çizgilerine karışmış tabiatınai onun sınırlarına binlerce şiir dokudum içimden mavi, turuncu ve mor ipliklerle. Her mısrada ruhum çılgına döndü, adımlarım hızlandı kalp atışlarımla beraber, dudağımdan sözcükler döküldü: Merhaba, diye…

Kafasını kaldırmamıştı dükkandan içeri girdim gireli, bana baktığında ise gülümsüyordu. Sözcüklerimle tamamlanmış olacak tablomuz, bu kişiliksiz sohbete ortak oldu. Tam adını sormak geldi içimden yapamadım, kahrolası. Sonra ne istediğimi sordu, bir çikolatalı pasta, dedim, çikolatası acı olsun. İçeri gidip geldi, biraz bekletti beni tezgahın önünde; ben, her türden çikolatayla, pastayla, meyveyle kaplı dükkanın içinde saniyeler içinde obur bir çocuk oldum. Paketi getirdi ve elime tutuşturdu, parayı verdim, yine tam adını soracaktım, yapamadım. Ama bu kaz kendi kendime küfretmedim içimden, kendimi bir kez daha olayın akışına bıraktım. Sonra boş boş yürüdüm kasabanın sokaklarında… Karlarla kaplı caddede bir an için ikimizi görerek mutlu oldum. Ne hissettiğimi anlamaya çalışyordum bir yandan da. En önce basbayağı aşıktım ama derinlerde bir şey daha canlanıyordu, varlığı tüm duygu alemime tesir eden. Tapınağın bahçesinde oturup sigaramı içerken rastladım o belli belirsiz duyguya: Ben her şeyin gerisinde, tam hayallerini kurduğum gibi bir kıza rastladığım için şaşkındım.

Kışın ortasında erkenden batan güneşin son ışıklarında evime yürüdüm… Yürürken eski şarkılardan mırıldandım kendimce, türküleri beceriksiz ıslığıma uyarladım. Şehrin canlı fakat kıymetsiz hayatında, yüksek apartmanların en yüksek katlarında veya olmadı havuzlu villalarında oturup şarkılar yazanlara lanet okudum; gerçek duyguları yaşatabilmek adına sarıldım türkülere. Orada acının her coğrafyadaki ayrı tadını görüp kendi sızımın rengini kavramaya çalıştım. Üşüdüm adımlarım ağırlaşırken, omuzlarıma abanan yükün altında sendeleyip yere kapanabilmek için sarhoş olmayı isterdim, kendimi yere atamadım. Evimin kapısını araladım yavaşça, sıcaklık tüm bedenimi kapladı.

Uyandıktan sonra masamın başına oturup yazmaya başladım… Bir kahve yaptım kendime, kahveden ezilen ağız tadımı yerine getirmek için aldığım pastadan birkaç dilim yedim. Yazımın son satırlarına geliyordum ki pastanın altına sıkıştırılmış bir kağıt gördüm. Bembeyaz, düzgünce katlanmış kâğıdı açtım… Kalemim son kelimeleri düşerken ancak kavramıştım kâğıtta yazan o son kelimeyi:

Yabancı?


Hiç yorum yok: