6 Eylül 2009 Pazar

İNSANLIĞIN GİZLİ KALMIŞ TARİHİ II - HEMEN TESPİT YAPMALIYIM


Her çağın ayrı bir rengi vardır… Mermer sütunlu binaları, geniş caddeleri, yemyeşil tepelere yaslanmış tiyatroları, heykelleri, evlerin cephelerini ve duvarlarını süsleyen mozaikleriyle Antik Yunan bembeyazdır. Roma İmparatorluğu ise altın sarısını çağrıştırır; Roma dediğimizde karşımıza o dönem için ulaşılabilecek en büyük kültürel ve ekonomik zenginlikler çıkar. Zafer takları, muzaffer komutanların geçit törenleri, lejyonların karanlıkta dahi parıldayan zırhları, askerlerin gururla taşıdığı altından S.P.Q.R sancağı ve meşhur çift başlı kartal ve eğlencenin, katliamın doruk noktası arenalar, işte en bilineni Collessium; bunlar hep paranın, altının gölgesidir. Sonra birden üzerimize bir karanlık çöker… Fakat Ortaçağ karanlığı denilen şey de tam bir karanlık değildir aslında. Bir yanda Doğu’nun pırıltısıyla gölgelenmiş Avrupa’nın rengi, üzerindeki karanlığı yırtmaya çalışan bir aydınlık; öldürülen, işkenceden geçirilen fakat buna rağmen halen bir şeyler için didinen onlarca insanının acısı, yüzyıllar boyunca kıtayı kasıp kavurmuş mezhep savaşlarının, siyasi mücadelelerin ızdırabı, vebanın laneti ve onları en iyi anlatacak olan hüznün rengi, yani mordur. Şafak attığında umut dolu, ancak öte yandan acılarla, iki tane büyük savaşın altında ezilen insanların dramıyla gölgelenmiş bir çağ başlar; modern zamanları bize anlatacak olan esmer bir mavi, yani laciverttir. Ne büsbütün bir mutluluk ve umut, ne de tamamen karanlık; son yüzyıllarımızın akıbeti bu yüzden hep bir arada kalmışlıktır.

Ve gelelim çağımıza, bir zamanlar milenyum olarak adlandırılan yıllara; ya onların rengi nedir?

Bilginin, tahayyülün ötesine taştığı bu çağ, Antik Yunan gibi beyaz mı; öte yanı savaşlarla, hastalıklarla, bir yığın politik ve ekonomik mücadelenin yaşandığı, huzurun, sükunetin bir türlü gelmediği coğrafyalarla, Ortaçağ gibi karanlık mı? Yoksa şirketlerin hükümranlığıyla, paylaşımın arttığı, iletişimin hat safhaya ulaştığı, teknolojiyle, her türlü lüksün, zenginliğin yaşanabildiği yepyeni bir çağ, yepyeni bir renk mi?

Bence hiçbiri, yalnızca gri…

***

Çok tuhaf bir medeniyet bu; mensuplarından biri olarak bana bile tuhaf, daha doğrusu yabancı gelen bir çağ, önceki çağlara hiç benzemeyen bir şey. Üstelik de tek bir yüzyılda kendi kültürünü yaratabilmiş, hem de öyle bir kültür ki ilginç manzaralar veriyor bize…Önceki çağlarda hep ayrıntılar, incelikler, renkler egemen olmuşken bugün yalnızca bir sadelik çarpıyor gözümüze. En ilkel dönemlerde bile karşılaşılan motiflerin yerini düz çizgiler almış; Uzakdoğu’dan Avrupa’ya kadar doğmuş hemen her medeniyet, bilhassa klasik çağlarında yüksek bir zevkin tecellisi olarak o zarif nağmeleri, zengin melodileri ya da rengarenk çinileri, porselenleri, tabloları görmüşken tüm bunlardan soyunmuş bir anlayış. Sonra terk edilen renkler; şehirlerin parlak ışıkları, cafcaflı reklam tabelaları, neonlar var bir yanda, ama öteki yanda sert tasarımlar, binalardan kıyafetlere, günlük yaşantımızdan elektronik müziğe, hemen her alanda ayrıntının dışlanması… Günümüz dünyasına bakınca bunlar çarpıyor gözüme; betonarmenin grisi, kalabalık ofislerin kirli beyazı, asfaltların siyahı…

Ya da bundan daha da önemli bir ayrıntı...

O da ben rahatsızım diyememek, dememek, çünkü rahatsız olmadığının farkında olmak… İster istemez bu çağın insanları olmuş, gri renkli bireyler, bizler varız bir de. En belirgin niteliğimiz öncekilere öykünmek, onları yüceltmek her zaman gösterilmiş bir reflekse sarılmak; nerede o eski aşklardan tutun da, sadece eski şarkıların dinlenilebilir olduğunu söyleyen, şimdikileri yoz bulan adamın da kaderi de aynı… Zevk aldığı eski çağların hiçbir noktasına vakıf olamadan, onlara vakıf olmak için biraz da o çağın insan olmak gerektiğini anlayamamak, sadece ve sadece şimdi bu griliğin içinden bize tatlı gelen çağlara öykünmek. İki yüzyıl önce yaşasak veya hiç değilse otuz yıl önce doğsak dahi o yaşantıya yine şimdiki gibi küçümseme ile bakacağımızı, belki o çağda yaşanan hiçbir zevki kavrayamayacağımızı anlayamıyoruz bir türlü. Buradan bize güzel gelen zamanların tadını ancak üç beş kişinin çıkartabildiğini göremiyor, özeniyoruz onlara.

Sonra aklımızda o zamanların aşkları, dilimizde o zamanın şarkıları, hep başka bir zamanı düşünerek yine bu gri çağı yaşıyoruz keyfini çıkartarak; geçen acımasız günlere nazire olsun diye Ayla Dikmen dinleyerek, Youtube’den Şener Şen’i izleyerek vakit geçiriyoruz; Facebook’ta okey oynarken eski günleri yad ederken, MSN iletimize de nerede o eski zamanlar yazıyoruz…

Bu çağın adamı, adamcığı olmak işte biraz da bu; bize her türlü eskiyi renkli gösteren bir griliğin içine hapsolmak.

Hiç yorum yok: