9 Eylül 2009 Çarşamba

KARANLIK ODA


Odanın içinde dönüp durdum; bazen kapının yanına kadar geliyor ve eşikten sızan ışığa bakıp birilerinin gelip gelmediğini anlamaya çalışıyor, bazen de pencereden sokak lambasının fakir ışığında bir türlü aydınlanamayan zifiri karanlık sokağı izliyordum. Masanın başına çöküyor, üç beş kelime bir şeyler karalayıp bir sigara yaktıktan sonra tekrar odanın içinde gezinmeye başlıyordum. On dakika içinde oluyordu bunların hepsi… Yapmaya çalıştığım, şimdi ruhumu işgal etmeye hazırlanan melankoliye, böyle herkesin yaptığı şeyleri yaparak karşı koymaktı, televizyon izleyerek, dostlarımla sohbet ederek, bir kahveye girip çay içerek ve günlük gazeteleri okuyarak, yani kendimi sıradan bir durumun içine iterek ruhumdaki dalgalanmaların önünü almak istiyordum. Melankolinin kucağına düşmekten ölürcesine korkmaktaydım. Halbuki bir zamanlar ne iyiydi; kısacık bir dönem insana uğrayıp kaybolan melankoli ne kadar tabii bir şeydi; hayatının bir döneminde kendini herkesten uzak, hayattan kopuk ve herkesin nefret ettiği lüzumsuz bir insan olarak görmeyen var mıydı acaba? Yoktu şüphesiz, tüm bunların hepsi bir bebeğin zamansız ağlaması, altını pisletmesi kadar doğal, insanın karışık tabiatının bunalımlı dönemlerde takındığı bir takım tavırlardı üstelik. Ah bir de bu denli masum, kimi zaman da şefkatli olmayı becerebilen bu vaziyetin insan ruhunu büsbütün işgal etme ihtimali bulunmasaydı… Düşünüyordum da o melankoli, o kendi içinde kapanmış insanın halindeki çaresizlik nasıl aşılabilirdi bir daha? İnsan, gerçek manada bir kez olsun görse hayatın o acayip, korkunç, ikiyüzlü halini bir daha nasıl geri dönebilirdi eski hayatının içine; nasıl hiçbir şey olmamışçasına devam edebilirdi yaşantısına? Hiç kolay olmazdı ki… Kendi içine gömülen ve orada bir süre de olsa sakin bir hayat yaşayan, bir ruhun inceliklerini keşfeden insan bir daha kolayla hayatın hengamesinin, o kaba saba kalabalığın içine istese de giremezdi. Çünkü insan, bir köşede unutulmuş fotoğrafları, defterleri taşıyan eski bir bavul gibi mazisini kendinde de habersiz taşıyordu içinde; onun büyük bir kısmını unutmayı da yaşamak için vazife edinmişti. İnsan onları kanlı canlı karşısında gördüğünde tüm o hatıra, karakterinin ince duvarlarını kırıp dışarı çıkacak ve gerçek hayatla onun arasında bir başka duyu olacaktı; hayal meyal hatıraları günümüze bir ırmağın kolları gibi taşıyan, sayısız yeis, elem ve kederi hissettiren, göz gibi, kulak gibi bir başka uzuv…


Aman ya Rabbim; düşünmek bile istemiyordum…


Ne yapıp ne edip bu tuzağa düşmemeliydim.

Hiç yorum yok: