21 Şubat 2009 Cumartesi

KARANLIK ODA*21

Bembeyaz sayfalar olurdu eskiden olsa; o kadar beyaz olurlardı ki üzerlerine sürülen her bir mürekkep damlası kirletirdi onları. Ben öyle hissederdim, hepsine çaresiz ağlamaklı bakardım sonra, hepimize yazık olurdu. Sonra biri geldi, Ezgi diye, tüm o boş sayfaları yırttı. Bununla kalmadı ilmek ilmek dokuduğum, sonsuz emek verdiğim uzun ve anlamlı cümlelerimi, geçmişimizi, yırtıp attı. Bir ihanetten, bir ifritten hayırlı şeyler doğmaz biliyorum, bu sefer de doğmadı. Lakin sonumuz korkunç bir yalnızlık oldu da en azından herkes ağır bir yükten, şu hayattan kurtuldu. Konu dağılsın istemiyorum fakat, fakat öyle bir şey oldu ki işte tam da bugün, kalbimin kapıları yeniden açıldı.

Sigaradan bir nefes aldım da kafam yerine gelsin diye, zihnim sigara dumanı gibi eğilip bükülüp sonra kayboldu hava gibi bir bilinmezliğin içinde.

Bir iyi, bir de kötü haberim var şimdi kendime… İyi haber, yok deminkinden daha sağlam bir şekilde cümle kurmaya başlayışım değil, işte demin bahsettiğim gibi kalbimin kapıları yeniden açıldı. Kötü haber, ne yazık ki yine dışarı çıkan kimse olmadı. Sayfalarca kustuğum şu iki kızdan Sıla’dan ve Ezgi’den herhangi biri dışarı çıkma nezaketini göstermedi. Beni bilirsiniz, onlar dışarı çıkmayınca ben de kovma cesaretini gösteremedi. Netice itibariyle bir cesaretsizlik bir nezaketsizliği doğurdu; ben zamanında yeteri kadar cesur olsaydım eminim sonuç farklı olurdu.

Ne olurdu, mesela en azından konu böyle dağılmazdı.

Bugün kasabada onu gördüm. Daha önce, çiftçiler tarlada çalışırken onu çitlerin kenarında durmuş, ufka doğru bakarken görmüştüm. Yanından geçip giderken uzun uzun bakmıştım ona, ta ki saçlarının sarılı turunculu rengi gözlerimi alıncaya kadar. Sonra vazgeçmiştim, arsızca gözlerini diktiği ufka doğru onunla bir olup seyre dalarken, kendi kötü sonumu hazırlamamak için utanabilmek istemiştim. Kendimi kıstırmama gerek kalmadı; bu garip tablo dağılıp gitti zaman içinde. Ben ayaklarımı yere süre süre yürümeye devam ettim, o da belli belirsiz yüzünü öte yana çevirirken tanışma faslımız sona ermişti.

Birkaç kez daha karşılaştık sonra; kendime acıyordum, onu görme umuduyla kasabaya ziyaretlerim artmıştı. Nihayet diyordum kendi kendime, içindeki bir şeyler canlanıyor, o ebedi döngüyü, o kaçnılmaz mağlubiyetleri tekrarlamak için… Hissediyordum kendimden saklasam da, fısıltı gazetesi yayıyordu haberi yavaştan tüm benliğimde. Zihnimde, yüreğimde, geçmiş ve gelecek fikrimde, acı ve sevinçlerimde gelecek bir bayram söylentisi yayılmaktaydı yavaşça. Ellerim, onu dördüncü kez yine kasabanın girişinde gördüğümde, gözlerindeki mavi pırıltıyı bu festivali başlatacak olan işaret olarak algıladı; titreyip terlemeye başladılar. Düpedüz göz göze gelmiş bakıyorduk birbirimize. Ellerim, onlar inanmıştı çoktan ama ben de bir işaret bekliyordum, inanmak için değil kaderin kimi zaman ortaya çıkan yıkıcılığına karşı inancımı kaybetmemek için. Çünkü halihazırda inanıyordum ona, inanmasam kendimi böyle kör bir kuyuya teslim etmezdim. Bir an titredim yine, ufaktan görünür oldu kaderin yıkıcılığı ve aklıma “sandığımdan aptal olma” ihtimalimi getirdi. Öyle ya cesaretle aptallık arasında ince bir çizgi vardı ki onu da sonunu görebilme gücü, yani akıl teşkil ederdi. Tüm sonuçları görüyor ve tüm olumsuzlukları göze alıyorsanız bu cesaretti lakin bir şey bilmeden kendinizi ateşe atıyorsanız işte bu aptallıktı; cahil cesareti de denilebilir kısaca… Ben şimdi o çizginin cesaret tarafında olmayı umut ediyordum; yoksa umut da mı aptallıktan bir alametti? Sesimi kestim bir kez daha bu yoldan çıkışı kaçırmamak için… O gözlerini kaçırıncaya kadar baktım. Ve sonra belli belirsiz yine göz göze geldiğimizi fark ettim, bu kez gülümsedi. Gülümsedi ve içimde satır satır akmakta olan kaderimi tersine çevirdi bana umut vererek; ben umuttan da olsa bir limana demirlemek istedim hep kendimi.

Ve bugün geldi sonunda; bugün yine evet, onunla bir yerlerde rastlaşabilmek için kasabadaydım. Ekmek ve biraz erzak aldım önce, sonra tütün almalıydım ama onu da alırsam burada kalacak sebeplerim tükeneceği için kasabayı dolandım biraz. İçine girdikçe, beni aylar önce büyülemiş olan Ortaçağ havasını uzun uzun teneffüs etme imkânı buldum. Bana gizliden de olsa ilham verdiğini fark ettim sonra bu havanın, geçmişin büyülü yönüyle. Saman çatılı taş evlerin atmosferi birden farklılaştırması, yüksek çan kulesiyle kilise, ufka doğru uzayan sapsarı tarlalar ve yine yemyeşil ormanlar, insanların yüzlerini değil aileleriyle geldikleri bu pazarda bizatihi hayatlarını gördüğünüz pazaryeri, bisikletli çocukların dolandığı sokaklar, kaldırım taşlarına çarpa çarpa yuvarlanan misketler ve onlarca küçük detay, özlem duyduğumuz bir zamana taşıyordu bizi. Bir zamanlar… Bir zamanlar diyebildiğimiz o eski zamanlar, bir sis perdesinin arkasında yaşatıyor bizi adeta, ayaklarını bu gibi kasabalarda ayaklarını yere basarak. Bununla bitmez elbette, daha nelerde yaşıyor o eski zamanlar; antika dükkanlarındaki onlarca eşyada, eski filmlerde, o filmlerde oynamış aktör ve aktrislerde, sonra eski şarkılarda, eski zamanlara dair hikayelerde, kelimelerde… Eski şeyler yalnızca kendi varlıklarıyla yaşamıyor aramızda, hepsi geçmişten bir tutam gizem de getiriyor yanlarında. Cümlelerin bir kenarına saklanmış bir kelime ya da dile dolanan eski bir şarkı, geçmişin anlamları ve aşklarıyla bütünleşiyor hemencecik. Hepsi ne hikmetse kendilerine güzellik katan bu tozdan tülle kaplı, yani gizemle. Gizem hangi varlığa güzellik katmaz ki?

Gözlerinin parıltısını meydandaki pastanenin vitrininden görürdüm… O anda, işte tam da böylesi nedenlerden ilham veriyordu bana bu eski kasaba; o ufak tavırlar eski zaman aşklarının ilhamıyla güzelleşti birden. Gülümseyerek girdi içeri sonra ve mavi, çocuksu desenlerle kaplı önlüğünü giyerek tezgahın arkasına geçti. Ben onu epey uzak bir mesafeden, kalabalığa karışmış görüntüsüyle seyretmekteyken o, dolaptan çıkardığı kurabiyeleri tezgaha diziyordu. Ellerine baktım, her bir hareketinde ustasının ellerinde yeniden tüm mükemmeliyetiyle şekilleniyorlardı ve beyazlığı, kendi gölgesinde ışıkla besleniyordu bir an durmaksızın. Yaklaşmaya başladım yavaşça, belki ayaklarım kendiliğinden yürüdü ona ve ne hikmetse gözlerim kendiliğinden buldu gözlerini… Masmavilerdi; tüm hayatım boyunca yüreğimde taşıdığım duygular geldi aklıma. Ben ki onları bin bir gayretle kelimelere işlemeye çalışmıştım; oysa tümü bir çift göze nakşedilmişti çoktan. Saçlarının parıltısını aldı gözlerimi; turuncu bir ırmak güneşin ışıklarıyla köpürüp sarıya dönerek dökülüyordu omuzlarından… Kimi yerlerinde ince ince örülmüş olsalar da tüm varlıklarıyla özgürlerdi aslında, kendilerine dokunacak birini bekler gibi. Sonra bembeyaz tenine ve hayatın iç içe geçmiş çizgilerine karışmış tabiatınai onun sınırlarına binlerce şiir dokudum içimden mavi, turuncu ve mor ipliklerle. Her mısrada ruhum çılgına döndü, adımlarım hızlandı kalp atışlarımla beraber, dudağımdan sözcükler döküldü: Merhaba, diye…

Kafasını kaldırmamıştı dükkandan içeri girdim gireli, bana baktığında ise gülümsüyordu. Sözcüklerimle tamamlanmış olacak tablomuz, bu kişiliksiz sohbete ortak oldu. Tam adını sormak geldi içimden yapamadım, kahrolası. Sonra ne istediğimi sordu, bir çikolatalı pasta, dedim, çikolatası acı olsun. İçeri gidip geldi, biraz bekletti beni tezgahın önünde; ben, her türden çikolatayla, pastayla, meyveyle kaplı dükkanın içinde saniyeler içinde obur bir çocuk oldum. Paketi getirdi ve elime tutuşturdu, parayı verdim, yine tam adını soracaktım, yapamadım. Ama bu kaz kendi kendime küfretmedim içimden, kendimi bir kez daha olayın akışına bıraktım. Sonra boş boş yürüdüm kasabanın sokaklarında… Karlarla kaplı caddede bir an için ikimizi görerek mutlu oldum. Ne hissettiğimi anlamaya çalışyordum bir yandan da. En önce basbayağı aşıktım ama derinlerde bir şey daha canlanıyordu, varlığı tüm duygu alemime tesir eden. Tapınağın bahçesinde oturup sigaramı içerken rastladım o belli belirsiz duyguya: Ben her şeyin gerisinde, tam hayallerini kurduğum gibi bir kıza rastladığım için şaşkındım.

Kışın ortasında erkenden batan güneşin son ışıklarında evime yürüdüm… Yürürken eski şarkılardan mırıldandım kendimce, türküleri beceriksiz ıslığıma uyarladım. Şehrin canlı fakat kıymetsiz hayatında, yüksek apartmanların en yüksek katlarında veya olmadı havuzlu villalarında oturup şarkılar yazanlara lanet okudum; gerçek duyguları yaşatabilmek adına sarıldım türkülere. Orada acının her coğrafyadaki ayrı tadını görüp kendi sızımın rengini kavramaya çalıştım. Üşüdüm adımlarım ağırlaşırken, omuzlarıma abanan yükün altında sendeleyip yere kapanabilmek için sarhoş olmayı isterdim, kendimi yere atamadım. Evimin kapısını araladım yavaşça, sıcaklık tüm bedenimi kapladı.

Uyandıktan sonra masamın başına oturup yazmaya başladım… Bir kahve yaptım kendime, kahveden ezilen ağız tadımı yerine getirmek için aldığım pastadan birkaç dilim yedim. Yazımın son satırlarına geliyordum ki pastanın altına sıkıştırılmış bir kağıt gördüm. Bembeyaz, düzgünce katlanmış kâğıdı açtım… Kalemim son kelimeleri düşerken ancak kavramıştım kâğıtta yazan o son kelimeyi:

Yabancı?


15 Şubat 2009 Pazar

İNSANLIĞIN GİZLİ KALMIŞ TARİHİ I - ORMANCI TÜRKÜSÜ


Blog’un sınırlı sayıdaki takipçisine bir kıyak geçmek, tarihten bir dem almak, hayatın gizli kalmış yönlerini sıkmadan anlatmak amacıyla bugün yeni bir diziye başlıyoruz efendim. Dizimizin konusu ise insanlığın gizli kalmış tarihine, yani her gün gördüğümüz fakat dikkat etmediğimiz bazı şeylerin, şarkıların, sokakların, ünlü kişiliklerin, sağdan soldan duyduğumuz efsanelerin iç yüzüne şöyle bir göz atmak.

Bu niyetle başladığım çalışmalarımda, ele alacağımız, göz atacağımız ilk mesele ise, mezeli rakılı muhabbetli her çilingir masasının demirbaşı olan “Ormancı” türküsü… Türkülerin genelinde olduğu gibi gerçek bir olaydan esinlenerek bestelenen bu türküyü, diğerlerinden ayıran iki önemli özelliği var. Bunlardan ilki, demin de belirttiğim gibi, herkesçe bilinen, herkesçe sevilen bir eser olması. İkincisi ise olayın günümüze çok yakın bir tarihte gerçekleşmesi; hatta o kadar ki türküye konu olan kişiliklerin kimliği dahi bilinmekte. İşte şimdi biz de insanlığın gizli kalmış tarihine bir ışık tutabilmek amacıyla o günlere geri dönüyoruz.

***

ORMANCI TÜRKÜSÜ

Çıktım Belen Kahvesi’ne baktım ovaya
Bay Mustafa çağırdı, dama oynamaya,
Ormancı da gelir gelmez, yıkar masayı,
Söz dinlemez ormancı, çekmiş kafayı

Aman ormancı, canım ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı
Gevenes'in ortasında, değirmen döner,
Değirmenin suları, dağından iner,

Ormancı'ya atılan kurşun, Tevfik' e döner,
Tevfik' in feryatları, yürekler deler,
Aman ormancı, canım ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

Gevenes' in suları hoştur içmeye,
Üstünde köprüsü var, gelip geçmeye,
Tevfik' imi vurdular, hiç mi hiç yere,
Yazık ettin ormancı, köyün iki gencine

Aman ormancı, canım ormancı
Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

***

Evet, ilk olarak türkünün güftesine göz attıktan sonra, şimdi de önce olayın geçtiği yeri, ardından da olaydaki karakterleri kısaca tanıyalım.

Efendim, türküde geçmekte olan Belen Kahvesi (yukarıdaki fotoğraf oraya aittir), Muğla’nın Yatağan ilçesinin Gevenes köyünde bulunmakta olup, olay bu köyde cereyan etmiştir (Gevenes’in ismi ise sonradan Çaybükü olarak değiştirilmiştir). Türkünün kahramanlarından Mustafa Şahbudak (yani Bay Mustafa), bir ağa çocuğudur. Türküdeki bir diğer kahramanı Tevfik Cezayirli de köyün muhtarıdır ve Bay Mustafa ile oldukça yakın arkadaştırlar. Ormancı olarak bilinen Mehmet İn ise, köyde görev yapmakta olan bir orman koruma memurudur.

Oldukça yakın arkadaş olduğundan daha evvel bahsettiğimiz Bay Mustafa ile Muhtar Tevfik, hem sohbet olsun, hem de sıcak yaz günlerinde bir eğlence olsun diye Belen Kahvesi’nde bir araya gelip dama oynamakta ve oyunları da oldukça heyecanlı geçmektedir. Bu konuda aralarında tatlı bir rekabet olduğu söylenebilir. 1946 yılının Temmuz ayında, sıcak bir günde, yine böyle bir maç sırasında, Ormancı Mehmet gelip, köy bekçisini bir iş için Muhtar’dan ister. Ancak seçimlerle ilgili bir meselede görevli olduğundan Muhtar, bu bekçiyi Ormancı’ya vermek istemez ve bunun üzerine kısa süreli bir arbede çıkar. O esnada zaten körkütük sarhoş olan Ormancı Mehmet, bir darbe ile dama oynanan masayı devirir. Muhtar ve çevredekiler kavga büyümesin diye Ormancı’yı sakinleştirmek isteseler de, hâlihazırda asabi bir kişiliğe sahip olan Bay Mustafa’yı teskin edemezler. Böylece olay daha da büyür.

Önce Ormancı, üzerine yürüyen Bay Mustafa’yı kama ile yaralar; Bay Mustafa ise buna silahını çıkarıp, korkutmak amacıyla havaya birkaç el ateş ederek karşılık verir. Kahve ahalisi uzun süre iki tarafı da sakinleştiremeyince, Ormancı, Bay Mustafa’ya okkalı küfürler savurmaya devam eder. Bu kez Bay Mustafa’nın cevabı daha ağır olur ve Ormancı’yı nişan alır. Ormancı, sırtına gelen kurşundan tabakası sayesinde kurtulur ama Muhtar Tevfik, can dostunun silahından çıkan kurşunla ağır yaralanmıştır.

Sonradan belki de birçok Türk filmine ilham kaynağı olacak olaydaki aksilikler burada bitmez. Muhtar, önce epey bir uzaktaki hastaneye, tam yirmi üç saatlik yolculuğun ardından yetiştirilebilir. Ancak bu da fayda etmez, doktorlar çok kan kaybetmiş olan Muhtarı kurtaramaz. Muhtar, o gece vefat eder, Bay Mustafa ise adam öldürmekten dört yıl yer.

Bu olay üzerine iki tarafın ailesi de perişan olur ama elbette Muhtar’ın ailesinin durumu daha bir içler acısıdır; Muhtar, ardında 25 yaşındaki eşi Pembe ve ikisi erkek üç çocuk bırakmıştır. Pembe, bu olay üzerine akli dengesini yitirir. Olayın müsebbibi Ormancı da perişan olur ve köyden tayini isteyip başka bir yere yerleşir. Doksanlı yılların başında ölür.

***

Olayın yıllarca dilden dile dolaşması bir yana, hikâyeyi asıl üne kavuşturan Bay Mustafa’nın anne tarafından akrabası olan Tahir Usta tarafından bestelenen “Ormancı” türküsüdür. Hâlihazırda birçok bestesi bulunan Tahir Usta da bu hikâyeyle üne kavuşmuş, onun bestesi yıllarca farklı müzisyenler tarafından okunmuştur. Bu bir o kadar acılı, acılı olduğu kadar gerçek hikaye, sağolsun Tahir Usta tarafından ölümsüzlüğe kavuşturulmuştur.

***

Kaynaklar:

http://www.ormanci.info/index.php
http://www.turkuler.com/hikayeler/ciktimbelen.asp

12 Şubat 2009 Perşembe

PAZAR SABAHINDAN RÜYALAR


Önce pencereyi açıp, dışarıdaki temiz havayı içeriyi buyur etti. Ardından bir çaydanlık sıcak su koydu ocağın üzerine, su tıslayarak kaynarken, müzik çaları çalıştırdı. Bir sigara yaktı ardından, öylece pencereden dışarıyı izlerken, geçmiş günlerin olanca yorgunluğunun üzerinden kayıp gittiğini hissetti. Sessiz sedasız izledi bir süre öyle sokağı; huzurun soğuk havaya karışıp tenini yalayışını, nefesindeki yaşam gücüne sarılıp içine doluşunu, ardından tüm varlığını kaplayışını henüz fark etmemişti ama yine de anlayabiliyordu o günün her günden farklı olduğunu. Kendiyle baş başa kaldığı o anda, bir an kendini yenip itiraf edebilse, hayatta bir daha hiçbir şeyin onu üzemeyeceğini bile söylerdi belki. Ama yenemedi kendini, dilinin inadını kıramadı; o yüzden sustu uzun müddet. Bir kulağı sokağın canlı sesinde, diğeri müzik çalardan gelen nağmelerdeydi; dakikalar ilerledikçe, pencerelerden süzülerek dışarıya karıştı içerideki sesler. Ama o, orada tek başına ikisini de tek bir ses gibi duyuyordu; hayatın uzak iki yakasına ait ezgiler onun zihninde bir olmuştu.

İçeriden “Selim!” diye seslendi Aylin; sesi birden bölmüştü ahengi. Selim önce gerçek hayattaki varlığına, onun düşüncesinin içine geri döndü, ardından penceresi açık buz gibi mutfağın içine. Ocaktaki suyun tıslamaları feryada dönmüştü, fokurduyordu sinirinden. Aylin, battaniyenin birine dolanmış, sendeleyerek, yalpalayarak yürüyordu koridorda. Düşmemek için ellerini duvara koyduğunda hafiften kayıyordu battaniye üzerinden, sonra hemen toparlanıyordu. Mutfağın ortasına geldiğinde tanımıyormuş gibi baktı onun yüzüne, bakışları mutfağın diğer köşelerine kaydığında bu yabancı tavrını onlara karşı da sergiledi. Her halinden belliydi akşamdan kalma olduğu; işte şimdi biraz da şımarıklık, yorgun olduğu zamanlarda had safhaya çıkan ilgi isteği eklenmişti o haline. Selim önce yaklaşıp, her zaman yaptığı gibi etrafında döndü onun, sevgilisinin aptal haline bakıp gülümsedi. Ellerinden tutup, dağınık evde yolunu bulmasını sağladı Aylin’in. Salona varıp, kanepelerden birinin üzerine yığıldıklarında odanın hatırladıklarından daha da dağınık olduğunu gördüler. Selim bu dağınıklığı anlayabilmek için dün geceye dönmeye ihtiyaç duymadı bile; kutlama, kalabalık, alkol, neşe, birbirinden ayrılmamaları şartıyla gecenin ilerleyen vakitleri ve aniden çöken hüzün dün geceyi anlatmak hususunda yeterince açıklayıcıydı. Açıklama kısmının eksik kalan kısımlarını tamamlamak için Aylin’e baktığında, onun uyku akan gözlerinde uyku, yatak, yorgan, yarın, ertelemek kelimelerini seçti teker teker. Kollarını iki yana kocaman açmış esnerken, Selim’in kendisine baktığını görünce utanarak gözlerini yere eğdi. Sonra battaniyeyi aralayarak içeriye, çıplak tenine buyur etti sevgilisini. Selim bu esrarengiz topraklara ilk adımlarını yeni atmıştı ki aniden fırlayarak mutfağa koştu, güzel bir şarkı koydu müzik çalara ve bekledi biraz, şarkının tesirinin odaya yayılması için. Nihayet istediği olduğunda yeniden odaya, bir pazar sabahı rüyasına geri döndü. Aylin kanepenin bir köşesine büzüşmüş onu bekliyordu.

Ve sonra, hep yaşanan ve her birinde farklılaşan sevişmeler başladı yine… Bir pazar sabahı rüyasında, bu dağınık, çapraşık ortamda kendi evrenlerini yarattılar. Masmavi bir aşk denizi, nazar boncuğu gibi kondu bu evrenin en kuytu köşesine; bu aşk bir deniz, bedenleri birer gemi, mutfaktan süzülen nağmeler rüzgâr olup yol verdi onlara mutluluklarda. Bir an dudaklarını ayırdığında Selim, Aylin’in dudaklarından, müzik çaların çoktan sustuğunu, onun yerine kulağına anlamsız bir tıngırtının çalındığını anladı.

***

Asıl kâbuslar, en güzel rüyalarımızın, rüya olduğunu anladığımızda başlar. Kafasında dile dökülemeyecek düşleri olanlar, her sabahı bir kâbus gibi yaşar. Ve Selim, güpgüzel uykusundan dandik bir çalar saat yüzünden uyanırsa ve uyandığında yanında kendisine şimdi hiç bırakmayacakmışçasına sarılmış olan Mine’yi bulursa bu hayata güzelce küfreder. Bu da bir kâbus mudur acep?

Bu bir kâbus olabilir. Şayet bu bir kâbussa eğer burası da en korkunç sahnesi olmalıdır. Ama kâbuslar, rüyalar gibi değildir; rüyalar en güzel yerinde bitse de, kâbuslar en korkunç yerinde bitmez. Daha doğrusu kâbuslar, hiçbir zaman bulamazlar senaryodaki o en korkutucu yerlerini, saatlerce delik deşik ederler bilinçaltınızı bu arayışta, ararlar da ararlar. Belki en çirkin yanlarıdır onların, hadiseyi bu kadar uzatmaları. Rüyalar bir film gibidir; başlar ve biter, ardında gerçekleri bırakır. Kâbuslar hiçbir şeye benzemez, senaryoya bağlı kalmaz ve belirsizliğin korkusunu hissettirerek yol alırlar içimizde. Uzadıkça uzarlar. Uzadıkça gerilir insan, karanlık bir kuyuya düşer gibi boşlukta yol alır. Kâbuslar gördüklerinizin kâbus olduğunu anladığınız zamanda biter.

Gerçi o zaman da hayat çıkar karşımıza değil mi? İşte şimdi, öyle bir durumda çıkmıştı hayat Selim’in karşısında. Boş gözlerle Mine’ye bakıp durdu bir süre. Sonra Mine uyandı, gözlerini açtı, gülümsedi sevdiğine. O an aklı başına gelmişti Selim’in… Aylin’i yıllar önce kaybettiğini anımsadı. Oynadıkları hayat denen kumarı Azrail’e kaybetmişlerdi ve çekip gitmişti Aylin. Bir gece yarısı, uzak bir şehirde, hurdaya dönen arabanın içinde son nefesini vermişti. Mine’ye halen boş gözlerle bakarken, dün gece gördüğü rüyanın delip deşik ettiği yüreğinde doldurulması gereken ne çok boşluk olduğunu, ne çok hatıranın en baştan anımsanması gerektiğini anladı. Bir bu yüzden, ızdırap dolu geçmişini en baştan hatırlamak için kapadı gözlerini, bir de gözlerini karasındaki derin boşluğu karısından gizlemek için.

Aylin’in vakitsiz terkini hiç kabullenmemişti… Bu yüzden, bu gerçeğin aklının kapısını çaldığı her anda, acılara “evde yokum” diye seslendi. Kabullenmedi zamansız ölümü, kabullenmediği için Aylin hiç ölmedi. Aksine en yakınına çekildi Selim’in, Selim onu yüreğine bekçi koydu. Kendi dışında her kim geldiyse defetti kapı dışarı; Selim’in hayata meydan okuyuşunda Aylin’in çığlığı vardı. Yıllar yılı hiç susmadı, hiç susmadığı için son nefesini hiç tüketmedi. Aylin ölmedi; ne var ki Aylin’i içinde yaşatmaya çalışırken göz yumdu Selim hayata, onu öldürmeyeyim derken kendisi yaşayamaz oldu. Sonraları bir daha dönüp baktığında hayata, zamana direnemeyip devrilen sevdalarının çürüyüp toprağa karıştığını gördü. Her bereketli aşk gibi, devrilip yığıldığı yeri çürüyen varlığı ile besledi aşkları; ardından yeni sevdalar, irili ufaklı serüvenler bitti böylece. Yeni aşklar doğdu yüreğinde ama onun hayal âlemindeki sürgünü hiç bitmedi. Kaç yıldır bu sürgünü yaşadığını hesap etmeye çalışırken, Mine ellerini gezdiriyordu Selim’in saçlarında. Bir beyaz tel düşüp ipucu oldu zamana dair. Yaşlandığını düşünmeye fırsat bulamadan, bir sürpriz daha yaptı hayat ona. Ağlamamak için sıkıca yummaya çalışırken gözlerini, karanlıkta eski bir dosta rastladı. Yavaşça yaklaştı eski dost, buz gibi elleriyle yüzünü sevdi. Dokunuşları güzel günleri vaat eder gibi yumuşaktı. Ama o yumuşacık his yayıldığında tenine, önce avuçlarında sonra yüreğinde bir ağırlık hissetti. İpe dizilmiş gibi dizilmişti zihninde hatıralar sıra sıra; belki hissettiği ızdırap boynuna sarılan o ipin keskinliğiydi. Çok kısa sürdü; tahmin ettiğinden de kısa… Selim, ölüp gitti. Ölürken Aylin’in de onunla öleceğini bilseydi, yaşamak için direnirdi belki.

***

Önceleri ruhu başkaları gibi süzülemedi gökyüzünün ötesine; hatıraları ağır bastığından bu dünyada kaldı, gerçeklerin içinde bir hayal olarak gittikçe manasızlaştı. Bir kırmızı balonu vardı çocukken, Selim bir gün bulutların arasında ona rastladı. Kendini onun yerine koyup düşündü. Bir balon olsaydı, içindeki dolu havayla, yerçekimine diklenecek, gel gelelim yine de oyuncak olacaktı çocuklara. Oysa hayalleri vardı onun, gökyüzünün derinliklerine karışacaktı. İçindeki onca havaya rağmen, yine havalardaydı yani aklı. Kırmızı balonu bir hikâye anlattı ona kendince, çocuğun elinden kaçışını en başta; sapsarı tarlalar üzerinde gezişini… Sonra düşlerin bittiği yerde düşünceler başladı yeniden. Yeterince yükselebilirse, yüzünü yırtıp içini dışıyla bir edebileceğini, gökyüzüne karışabileceğini anlattı. Vuslat gökyüzünün en derinlerinde bir yerlerinde gizliydi. Çocukluk arkadaşıyla konuşurken nasıl geçtiğini anlamadı zamanın, yolun sonuna gelindiğini fark edemedi. Balonu patladı gürültüyle, nihayet karanlığa karıştı. Onu huzursuz eden yegâne şeyin, sureti olduğunu; oysa içinde taşıdığı ağırlığı, içindeki dünyayı dışarıyla birleştirebilse tüm yüklerinden kurtulabileceğini söyledi kendi kendine. Bir süredir aynaya her baktığında, yüzünün yerinde gördüğü hayallerinden böylece vazgeçti. O kadar karıştı ki sonra dışarıya, o kadar, o kadar yükseklere süzüldü ki ruhu, evreni sarıp sarmaladı. O kadar karıştı ki dışarıya, bizi var edenin sınırlar olduğunu anlamaya dahi fırsat bulamadı.


3 Şubat 2009 Salı

MARCO MATERAZZI