30 Nisan 2009 Perşembe

TEHLİKELİ OYUNLAR

Bazı sözler vardır, oğlum Hidayet, insan onlarsız edemez. Ölü noktaya gelmiş bir oyun, onlarla birden canlanır; akıcı, sürükleyici bir duruma gelir. Cümlelerin üzerine bir ağırbaşlılık gelir; seyredenler, neden olduğunu bilmeden, birden duygulanır. Oysa, insan kendisine ait bir kötülüğü, can sıkıcı bir küçüklüğü fark etmiştir tam o sırada; içinden yüzünü buluşturur. Fakat, oyunu ne pahasına olursa olsun sürdürmek gerekmektedir; oyunun kuralı budur. Bu yüzden daha önce yarattıkları etkiden yararlanır; "Bunu bana yapamazlardı, artık devam edemeyeceğimi anlıyorum," gibi başı sonu belli olmayan sözler mırıldanır. Ya da "Neredeyse ağlayacaktım," diye sızlanır ya da okumuş olduğu kitaplardan yararlanır kimseye belli etmeden. Onlardan işine geldiği gibi ters anlamlar çıkarır.

Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar; sayfa 64

23 Nisan 2009 Perşembe

O'NU BEKLİYORUZ


Onu bekliyoruz… İlkbahar ya da sonbahar yağmurlarının ıslattığı sokakları adımlarken, onun eksiliğini hissediyoruz ta derinimizde. İlkbahar ya da sonbahar diyorum, çünkü fark etmiyor mevsimler. İnsanın içindeki boşluğa acımasız bir rüzgârın dolması ve bizi içten, en içten bir titreyişle yıkması için hava sıcaklığının ne olduğu, hiç fark etmiyor. Bu yüzden, içimizi ısıtsın diye onu bekliyoruz.

Saçlarını salarak güzelliğine güzellik katmış komşu kızın tazeliğinde; birer ucundan tutularak kardeş payı yapılan ilk aşkın suç ortağında, onun çocuksu tavrında; ilkokul öğretmenimizin vücudunun bize alışılmadık gelen kıvrımlarını keşfederken, her çizgide hissedilen olgunlukta; hayatın her köşesine saçılmış aşkın ve sonra tutkunun, sonra şehvetin bin bir suretinde olmayanın ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Hayatın eksik kalan parçalarından birinde bulacağız onu muhakkak. O kaldırımlarda aniden karşımıza çıksın istiyoruz. Filmlerde, dizilerde, fotoromanlarda hep böyle olur; bir değişiklik olacaksa eğer hayatımızda aniden olsun istiyoruz. Evet, ne olacaksa aniden olmalı böyle ve eğer olacaksa, hepsi onun suretinde görülmeli önce. Kimseye benzememeli o; hiç kimseye benzememeli ki bizi kimsenin bilmediği diyarlara götürebilsin. Onun gözlerinden kayıp kıtaların, masallarda anlatılan ve sokakları beyaz mermerlerle kaplı şehirlerin yolunu görmek istiyoruz. O gözler, bilinmeyene açılan birer kapı olmalı. Fark etmez, biz gidip bulabiliriz onu… Ama en önce melek en azından bir kere gözümüze görünsün istiyoruz. Bu yüzden, uzun yolculuklarda merakla bakıyoruz otobüsün camından karşı otobüsün camına; oradaki suretlerden birinde o işareti bulabilmeyi umut ediyoruz. Orada olması şart değil; biz her halükarda, onun izlerini arıyoruz sağda solda. Okuldan yeni çıkmış çocukların bıkkınlık dolu gözlerinde, ilk aşkın heyecanına dair ipuçları bulduğumuz da onu bulmuş kadar seviniyoruz hatta. Evet, bu hayatta akla mantığa sığmayacak şeyler var hala. Kalabalık şehirlerde bu umudun ayak izlerine basarak yürüyoruz.

Bizi kurtaracak, yüzündeki derin mana, farklı güzelliği ve peri kızlarına has asaleti ile bizi kurtaracağını bilmenin heyecanı içindeyiz. Onu bulamadığımız her dakika içine gömüldüğümüz karamsarlığı yırtıp çıkmak için tetikte bekliyoruz. Bir teslimiyet gibi bu bekleyiş, arayışlar her mahalleye, her sokağa yayılmışken, içimiz içimize sığmıyorken, bir anlamda beklemeğe denk bu tavır, kanlarımızı donduruyor. Kalabalığa baktığımda bir an önce harekete geçip ona ulaşmak için sabırsızlananların haletiruhiyesini yüzlerinden okuyorum. Ama ben ve birkaç kişi, durduruyoruz onları güç bela; hayır, son umudumuzu böyle hunharca harcamaya razı değiliz. Saflarda dalgalanarak yayılıyor atalet ve umutsuzluğa dönüşüyor. Biz güneşin bulutların ardına değin ulaşan parlaklığında, bu hayattaki her suretten farklı, en çok da bize benzemeyen o sureti bekliyoruz ve o bu hayata olan uzaklığını, bekleyişi uzatarak gösteriyor. Bekleyişin bıkkınlığına bulanan teyakkuzun ürkütücü suretinde, onun emsalsiz güzelliğini arıyoruz.

Haberler düşüyor ajanslara kimi zaman; gazete ve radyolarda, televizyonlarda, haftalarca onu bulduklarını iddia eden haberler yayımlanıyor. Dünyanın dört bir muhabirler telefonlar yağdırıyorlar merkezlerine ve gizliden haberler sızdırılıyor onu bulduklarını dair. Telefon her çaldığında, onu bizden evvel bulmuş olduklarının haberini almanın korkusuyla ellerim titreyerek kaldırıyorum ahizeyi. Kimileri onu dergilerin parlak kâğıtlarında bulduklarını, ona illaki bir dükkânın vitrininde rastlamış olduklarını, olabileceklerini iddia ediyorlar. Umudumuza vurulan her darbede, aslında hem onu bulduğumuz için seviniyor, hem de onu bulanlar başkaları olduğu için üzülüyoruz. Her şeyden evvel, evet, soğukkanlılığımızı korumamıza ihtiyaç var; bunu biliyoruz. Karanlık gecelerde, gözlerimizi kapayıp hayallere daldığımızda onun bizi er ya da geç bulacağını, belki de bir gazete kupüründe çoktan rastlaşmış olduğumuzu düşlüyoruz. Böyle koruyoruz sükûnetimizi; kaybedecek ondan daha değerli bir şey olmadığımızı da adımız gibi bildiğimizden. Hayatta bir yokluğun tadını, yokluğa dönüşecek bir bekleyişin yollarında hissediyoruz yalnızca.

19 Nisan 2009 Pazar

HAZİNNÂME


HAZİNNÂME

***

“Her gün aynı şeyleri görüyor olmamız mı
hayatın gerçekliğinin ispatı; her gün aynı
rüyayı görsek bu gerçek sayılabilir mi?
Belki sahiden bir ruhumuz vardır
maddiyattan bağımsız; biz uykudayken
zamansız, mekânsız, boyutsuz, suretsiz
her şeyin içinden geçmekte, belki de
gerçekten Tanrı’dan bir parçadır da
tüm bu maddi mevcudiyetin dışında
bir yerlerde yaşamaktadır. Yukarıdan bir
yerlerden seyredip bizi, bedenden bedene,
hikâyeden hikâyeye gezinmekte,
her hikâyede ayrı bir muhayyilede vücut
bulmaktadır. Belki bu yüzden mantıksız
gelmektedir bize rüyalar. Kaldı ki
mantık da, bilinç denen kurmalı oyuncağın
kötü bir alışkanlığından öte nedir?”

Defterlerden…

***


Yuvarlak masanın etrafında üç beş kişiyiz; arkadaşlarımdan biri beylik nutuklarından birini atıyor yine. Unutmam gereken bir mazim, kurtulmam gereken hatırlarım var benim, alkole sığınıyorum. Konuşuyor; Aslında o kadar büyük değilmişiz, aslında evren ve tarihin derinliği düşünüldüğünde tahayyül edilemeyecek kadar ufakmış var oluşumuz. Hak veriyorum, yine de muhalefet ediyorum kendi içimden. İyi de bunlar da önemli sözler değil ki, yüzyıllardır tekrarlanan sözler, kimin için, ne için bir anlam ifade eder bilinmez. Şimdi şu bulunduğumuz izbe bar da, içinde bizi eriten kalabalıklar da birer karınca yığınından farksızmış. Haklısın. Ama yine de bir önemimiz var kendi içimizde; birer karınca yığınıyız fakat bu barda, kendi değersizliğimizi bina ediyoruz. Bu değersizliğe, bu fason boşvermişliğe sığınmak mutlu ediyor bizi. Sıkılıyorum. Üzerime çöküyor barın loş ışığı, biranın köpüklerinde dalgalanan yine o, midemi bulandırıyor. Hiçbir anlamımızın olmadığı muhakkak; fakat burada ardı ardına içilen biralar ve biri yanıp diğeri sönen sigaralarla yıkıma uğrattığımız bünyemizde, yarınsızlık duygusunda, etrafın değerlerini sikimize takmamız konusundaki ısrarımızda bir değer meydana getiriyoruz. Üstelik o değer de ayaklarımızı bastığımız zemin oluyor bizim için; bu bizim var oluşumuz. Ben o da kaybolup gitsin istiyorum, özgür kalalım. Ya da gerçekten, gerçek anlamda önemli meselelere kafa yoralım. Ne bileyim eve kapanayım da eski aşklarımı falan düşüneyim ben de.

Bir başkası devralıyor sözü; o da hak veriyor benim gibi. Diyor ki okulun, işin falan ne önemi varmış. Bir gün öyle bir olay olurmuş ki hepsini kaybedermişiz. Öyleyse onların da pek bir değeri yokmuş. Ona da hak veriyorum; her şey gerçekten de özünde inanılmaz bir kırılganlık taşıyor. Mesela sevdiğimiz şarkı bitiveriyor en sonunda, ya da onu besteleyen dahi adam ölüyor ve bir daha beste yapması imkânsızlaşıyor. Bir değer kaybediyoruz; hayatımız asla eskisi gibi olmuyor. İnandığımızı bilmeden inandığımız, değer verdiğimizi bilmeden sevdiğimiz, yaşadığımızı bilmeden yaşadığımız şeyler var hayatta. En sevdiğimiz aktör ölüyor, bir daha hiç yeni bir filmini izleyemeyecek hale geliyoruz birden. Ya da biz ölüyoruz, o vakit neler oluyor, o çok şaşırtıcı. Deprem olunca yıllar yılı adımladığımız sokakların hali birden değişiyor. Hayat denilen şey böyle milyonlarca ufak detaydan ibaret; ayaklarımız onlarla yere basıyor. Hani komşuluk ilişkileri falan gibi… Böylesi kabul edilir gibi değil.

Bu geceki boşvermişlik yanılsamasının dağılıp gitmesini bekliyorum. Biz aslında böyle adamlar değiliz çünkü. Mesele arkadaşım her an masanın üzerine kusabilir ve böylece tüm gecenin keyfi kaçar, bizim sikindirik evrenimiz dağılır gider ve biz de evlerimize, gerçek hayatımıza döneriz. Bir başka arkadaşa geçiyor konuşma sırası, tam o sırada barmen elindeki bardakları düşürüyor, bir gürültü ama kimsenin dikkati yönelmiyor o yöne. Bir hayal kırıklığı: sinek de küçük ama mide bulandırır. Arkadaşım anlamsızlığımızdan bahsediyor. Bu sefer hiç kulak asmıyorum; çünkü biliyorum ki tüm muhabbetin ardından o yarın sabaha uyandığında yine aynı işleri yapacak, yine bu anlamsızlığı bir kenara bırakıp sınavlarına çalışıp geleceğini inşa etmeye çalışacak, bir ay önce ayrıldığı sevgilisinin yerini bir başkasıyla doldurmak için yine kız peşinde koşacak. Şaşırtıcı bir şey değil bu: Yüzyıllardır aynı terane. Yalnızlığı, var olmanın kederini, anlamsızlığı anlatan adamlar da yaptılar aynı şeyleri; anlattıkları açmazların ağırlığından, kelimelerinin tesirlerinden hiç utanmaksızın yaşamaya da devam ettiler üstelik. Ölüp gitselermiş ya dertleri neymiş!? Arkadaş sözlerini güzel bir alıntıyla sonlandırıyor. Dikkat edelim beyler kendimize, her şey sanıldığından daha kırılganmış. Benim bu kalabalıklar içinde ne işim var?

Dağılıyoruz, dakikalarca tek başıma müzik dinleyerek yürüyorum. Hiç bu dertlerim olmasaydı ya, oldu da ne oldu sanki. Bak yine yaşıyorum, hem de diğerlerinden bir farkım olmaksızın. Bir an önce bitse bu yol, yatağa kıvrılıp uyusam. Günler bir an önce geçip gitse; büyüsem adam olsam. Belki o zaman düzelir bu yalancı boş vermişlik bunalımları. Bir kere hayallerime kavuşursam ben de hayatın güzel olabileceğini, yeni baştan, en baştan hatırlarım belki. Evlenip çoluk çocuğa karışınca, sorumluluklar binince omzuma, belki ağırlaşırım ve yere değer ayaklarım. Küçük kızımı kucakladığımda, onun minik kalp atışlarını duyunca, o bütün çığlıklardan, tüm feryatlardan daha gerçekçi, daha vurucu gelir bana. Var olan bütün kelimelerden daha gerçek bir ses olur o.

Eve geldiğimde nihayet, önce şöyle bir soyunup dökülelim de rahatlayalım. Sonra odayı toparlarız biraz; dağınık bir masa, kırışık bir pantolon odanın tüm huzurunu kaçırıyor; unutulmayan sevgililer falan, ya da unuttuğumuzu sanarak hatırladıklarımız sinirini bozuyor insanın. Yavaşça adımlarımı sürükleyerek odama varıyorum nihayet. Kapıyı açıyo.. Kapı açılmıyor… Bir şey sıkışmış gibi sanki, kimbilir gene kim dağıttı odayı. Biraz daha zorluyorum, halı falan sıkışmış olacak herhalde. Derken zar zor giriyorum. Biri, bir kadın boylu boyunca uzanmış yatıyor kapının arkasında. Üzerinden sızan kanlar, bir gölge gibi yayılmış zemine. Aman Allah’ım ne olmuş burada ya? Kafası öne düşmüş, hamile karnında bir bıçak saplanmış duruyor. Kanlar bıçak yarasından etrafa süzülmüş, bembeyaz elbisesinin üzerine; eteklerindeki minik çiçekler kanı emmiş doyuncaya kadar, adeta simsiyah olmuşlar. Ben birkaç saniyelik şoku atlatamıyorum bir türlü. O birkaç metre ötemde bir kadın, karnından saplanmış bıçakla boylu boyunca, ölü yatıyor. Boş gözlerle bakıyorum, anlamaya çalışıyorum. Yüzü saçlarıyla kapanmış. En sonunda, dizlerim titreyerek varıyorum yanına, eğilip bakıyorum. Tanıdık yüzünde öyle bir ifade var ki hiç direnmemiş, sanki hemen teslim olmuş gibi ölüme. Bu teslimiyet, bu yüz de yabancı değil bana. Saçlarını düzeltiyorum yüzünü iyice görebileyim diye, gerçekten de hatırlıyorum bu yüzü. Bal rengi gözleri açık bana bakıyor. Hazan sen misin desem de cevap vermiyor bana; ellerimi karnına koyuyorum, hala bir ümit var mı kurtarabilir miyiz bebeğimizi acaba diyorum. Cevap yok, cevap bir ölünün sessizliği. Bıçağın kanlı sapına dokundukça, ellerimde hayallerimizin, mutluluklarımızın, oyunlarımızın sevincini hissediyorum. Onun gözlerindeki aksimde, elimde bir bıçak, ben bir katilim şimdi. Her şey bitiyormuş gerçekten, hiç ölmez sandıklarımız da ölüyormuş, hiç bizi yalnız bırakmaz dediklerimizde terk ediyormuş bizi. Ben bu acıya dayanamam diyorum, ben bu acıya katlanamam. Geri çekilmek istesem de yapamıyorum, yanına çöküp sarılıyorum ona. Ellerini öpüyorum, kokusunu hissederek, halen sıcakken, son bir kez. Ağlıyorum, öksürükler, feryatlar karışıyor ağlayışıma. Kurtulmak istiyorum, gözlerimi yumuyorum sıkıca. Bir öksürük saplanıyor boğazıma, öksürüyorum, ciğerlerimi parçalarcasına öksürüyorum.

Dakikalarca geçmiyor, kusar gibi nefesimi boşaltıyorum içimden. Nihayet sakinleştiğimde korkarak açıyorum ıslak gözlerimi. Kapının arkasına yaslanmış, yatıyor buluyorum kendimi. Ne bir ceset var ne de kanlar, biten kâbusumdan başka; hepsi bir rüyaymış diyorum kendi kendime. Demek ki bir rüyaya da inanılabiliyormuş, demek ki gerçek de alabildiğine kırılganmış ve o da bitebiliyormuş bir yerde. Gerçeksiz kalınca insan, o boşluklardan türlü vehimler ve yeisler, bir kâbus olup dolabiliyormuş hayata. Hayata tutunmak gerekmiş öyleyse; ölüp gitmemek için, hayallerin gerçek olacağı zamana kadar, tüm hüznü kelimelere bindirip gerçek denizinde hafiye olarak yüzdürmek gerekirmiş. Kâbusla gerçeği ayırt edebilmek gerek; gerekirse hikâyelerle, gerekirse masallarla.

1 Nisan 2009 Çarşamba

GUTI


IŞIK VALSİ


Gecenin bir köründe, çok ama çok uzaklarda, sanki bir ışık yanıp söner; bir daha bakarsın ama göremezsin. Oysa ki orada olduğunu bilmeye ihtiyacın da vardır, gözlerinde, zihninde izi kalmıştır çünkü, çünkü dikkatle bakınca göremezsin ama o mavili pembeli ışıltılar yine de yanar durur. Düşünürsün acaba nedir diye, bir araba mıdır, ya da bir evin ışığı, belki de bir fotoğraf makinesinin flaşı; kimbilir?

Ve içimde bir çocuk bağırır aşk budur diye!

Bak yine başladılar diyorum ve gülümsüyorum…

Gülerim çünkü seni ben, mesafeye, uzaklara boğulmuş bir aşkta gerçeğin karanlığında bir yanıp bir sönen ve bir daha da görülmeyen ışığa tutkun adam gibi merakla sahiplenirim. Yazdıklarıma baktıkça utanırım bir de. Merak ederim, sorularım canlanır tabiatında, sana dair hisleri duydukça.

Seni gördükçe niye mutlu olurum ben, sen gülünce neden bir anda ölecekmişim gibi gelir? Beni dinlerken, asıyorsun ya suratını birden, neden korkarım o kadar, seni üzmüş olma ihtimali nasıl da bitiverir hemen yanı başımda? Sigaraya veya envai meylere, hastalıklı bir tutkuyla teslim olanlar, onlar olmaksızın yaşayamayanların da hali böyle midir? Müptela olmak mı denir buna?

Hah, gülüyorum şimdi de bak: Bu muymuş aşk dedikleri?

Gözlerini, dudaklarını, tenini kaplayan gülüşünü bir daha görmek için gözlerimi ayırmıyorum senden. İstiyorum ki o ışık gibi kayboluverme hemen sen de. Sen kaybolsan da bir izin kalsın aklımda, yüzünü ezberliyorum kendimden habersiz, bir gün kaybedersem seni, seni anlatan hikâyeler yazacağım. Yine de kaybolma sen, kaybolursan, nasıl gözlerimi dikiyorsam gecenin karanlığına, hasretin içine de öyle dalıvereceğim. Kaybolan sevgililerin ardından, âşıklar hasrete dalarlarmış sevdiklerinden bir iz bulmak için; ben de emsallerimi takip edeceğim.

Karanlığa bakarım yüzyıllar boyu, hiç ayırmam gözlerimi ondan, belki bir gün gelir kör olduğuma inanırım. Gördüğüm son şey hasretin diye mutlu oluveririm; sonra, belki yine çok uzun yıllar sonra, bir ışık görünüp kayboluverir, aklıma sen düşersin. Geceleri okyanuslarda yüzerim ben, en dipte, yıldızların ve mehtabın uzanamayacağı bir köşede, kendimi soğuk suya teslim ederim. Gözlerimi açarım, tuzlu su yakar beni, cezalandırır. Hıphızlı yüzer, yüzeye ulaşırım. Mehtabı görünce, görebildiğime şükrederim.

Bugün göremedim seni ama belki yarın sen olursun gördüğüm.

Işıkları kapatırım, seni düşlerim… Yüzün gelmez aklıma, unutmuş olamam. Unutmuşum ama… Olamaz ki; unutsam gecelerce rüyalarda görebilir miydim hiç? Bilinmez ki cevabı. Unuttum mu sahiden, unutsam o ışık nasıl hatırlatacaktı seni bana. Yüzün bir görülür, bir kaybolur gözlerimde…

Gülerim; derim ki aşk denen şey bu muymuş?

Sonra içimden, derinden bir sızı cevap verir bana. Canım yanar. Ne bu, ne de bir başkasıdır aşk, ne senin gördüğündür, ne de başkasının ki! Göremezsin, tadamazsın ama bilirsin ki sokağa çıkarken üzerine geçirdiği elbisesidir ele avuca sığmaz afacan hayaller; ne sen kelimelerle anlatabilirsin onu, ne de bir başkası anlar. Ama herkese bir pay düşer ondan, herkesin elinde, avucunda, dudaklarında, tenhalarında bir iz kalıverir ondan. Bunu da adın gibi bilirsin…

Sonra anlarım, benim payıma da düşen budur. Her simada onu bulduğunu düşünmek ama asla dokunamamaktır. Her tende onu koklamak ama tadını duyamamaktır. Herkese anlattığım bir şeydir ama dinlemediğim, bilmediğimdir. Bir ışık yanıp söner uzakta, hadi şimdi yazacaksın aşka dair üç beş kelime der. Aklıma bir soru daha düşer: Neden seni düşündükçe hikayeler yazmak isterim ben; aslında içlerinde ne sen olursun, ne de ben ama ikimizde varızdır o hikayelerde. Oturup yazarım, yazınca, yazdıkça onun yüzünü görür gibi olurum. Hayallere dalarım, sanırım ki hayaller aşksızlığa bir teselli olur.

Ama yalandır hepsi, hem de ne yalan!

Çünkü benim canım yanar yine: Çünkü tüm teselliler, müsebbibi acılarımı hatırlatır.