31 Ağustos 2008 Pazar

MODERN ZAMANLAR

Charlie Chaplin, Modern Zamanlar’da fordist sisteme bağlanarak akıl sağlığını yitiren bir işçinin trajikomik halini anlatırken yıllar 1930’u gösteriyordu. O yıllarda modernitenin etkisinde tüm Dünya akla ve bilme göre şekillenirken insanlar da o makinenin dişlilerinden biri olarak kabul edilmişti. Geçen neredeyse yüz yıllık süre içinde Dünya üzerinde pek çok şey değişti ancak kapitalizmin, insanı varoluşsal sancılara iten o çirkin yüzü hiç değişmedi. İnsanı insan olmaktan çıkartıp bir makine dişlisi haline getiren o kalın çizgiler, her dönem birbirine biraz daha yaklaşarak bugünkü halini aldı ve o düzenin her adımı insanı biraz daha köşeye sıkıştırırken onu kendisi olmaktan uzaklaştırdı. Büyük lafların gereği olmasa da amaçsız ve özünden koparılmış insanın gerçekten de yaradılışının en büyük buhranıyla karşı karşıya olduğunu düşünmekteyim…

Buhran diyorum çünkü sürekli bir yarış haline dönüşen hayat insana seçme şansı vermeksizin onun üzerine çullanmakta. Dışarıya bakıldığında görülen dünya ise ilmek ilmek işlenmiş ve insanı bu hayatı yaşamaya mecbur kılıyor; üstelik ne çemberi kırarak dışarı çıkabilmek mümkün ne de yeni bir şeyler ortaya koyabilmek. Çünkü bilgi birikimi en üst düzeye ulaşmış gibi görünen insanoğlu neredeyse yapılabilecek her şeyi yapmış ve bu durumda belki kendi emeklerinizle attığınız adımların dahi başka birine benzediğini görüyorsunuz. Düşündüğünüz herşey daha önceden düşünülmüş, varlığına inandığınız pek çok doğrunun yanlışlığı ispatlanmış; kısacası bize atılacak adım kalmamış. Oluşturulan modern tablo ise, bilhassa ülkemizde skolastik-modernite diye isimlendirilebilecek bir düşüncenin etkisinde; ona belli noktalarda eleştiriler getirmenin mümkünatı yok; çağdaşlık tek bir pencereden algılanmakta. Bu kadar çok bilinenin yanında bir de bilinmez olarak öz-benlik var; kimilerinin ruh dediği ve her kişiye özel olan kısım. Orası varlığı da dahil olmak üzere tam bir bilinmezken etrafımızı çevreleyen koca koca duvarlar bizi, kendimiz hakkında hiçbir şey bilmiyorken seçimler yapmaya itiyor. Bu seçimler elbette yaşamanın gereği… İnsan hangi çağda yaşarsa yaşasın önemli bazı seçimleri kendi hakkında çok az şey bilirken yaptı ancak hiçbir çağda seçimlerin sonucu insanı bu kadar geri dönülmesi imkansıza yakın yerlere atmadı. Oysa günümüz dünyası öyle bir noktaya geldi ki kurulan o düzen içinde kurduğunuz küçük düzen birden bire biz olduk. Somut anlamda değil soyut anlamda dahi bırakıp gitmek, var olduğu noktadan uzaklaşmak artık fazlasıyla hayalperest ve romantik bir düşünce ve böylece özgür iradeyle hareket edebilmek ve ben olabilmek hayatın bir noktasından sonra neredeyse imkansız.

Günümüz dünyasının albenisine karşılık madalyonun öteki yüzünü kimileri için bu gibi düşünceler oluşturmakta. O müthiş bilgi birikimiyle yaratılan dünya, bugün bir tuzak; kişinin yaşarak öğrenmesine izin verilmediğinden yanlışlar yapmak, artık bir lüks haline geldi. Deneme yanılmadan uzak olmak, kolaya kaçmak insanın kendisini diğerlerine daha iyi ifade edebilmesini sağlıyor. Herkes sevgisini aynı biçimde ifade ederken, milyonlarca kişi aynı şeye ağlıyor. Herkes aynı şekilde farklı oluyor, çizgiden çıkıldığında ise modern deliler karşılıyor bizi. Düşünceleri ve eylemlerinde alışılagelmişin dışında bağlar kuran herkes deli yaftasını yerken atıf yapılan onların anlamlarının dışında kalan anlamsızlıklar.

Bunları ortaya bir çözüm koyabilmek adına söylemiyorum zira çözümün ne olduğu konusunda da en ufak bir fikrim yok. Bildiğim günümüz insanın karakter konusunda dahi üretici değil tüketici olduğu; herkes kendi kostümünü kendine en yakışan biçimiyle dikmektense gidip pahalı ve gösterişli bir markanın ürününü satın alıyor. Oysaki atlanılan nokta stilistlerin hayal gücünden dolayı seçeneklerin çok olmadığı ve bunun da belli bir dayatmaya ve zorunluluğa gark ettiği. Tüm bu dayatmaların ve kıstırılmışlığın içinde ise kendinden en uzak kadınlar başlı başına bir dayatma örneği…

Tarihe bakıp görüyoruz ki kadınlar her dönemde çeşitli şekillerde kısıtlamalara maruz kalmış ve erkeklerin baskısında bir hayat sürmüş. Güncel bir örnek vermek gerekirse bizim tatlı su feministlerimiz de türban olayını erkeğin kadına teamülü olarak gördükleri için karşılar. Tüm bu olayların nedenleri ve niçinleri uzun uzun tartışılır, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan hesabı yapılır ancak benim bahsetmek istediğim son birkaç yüzyılda gelen kadın hareketinin ne denli kadınsı olduğu.

Tarihten girdik madem önce şunu söyleyelim bilindiği üzere baskı, eski dönemlerde yalnızca kadınlar üzerinde kurulmadı. Pekala erkekler de siyasi ve toplumsal bazı baskılara başta ekonomik nedenler olmak üzere pek çok nedenden ötürü maruz kaldılar. O zamanlar erkekler de feministlerin çizdiği o ezilen kadın portresinden pek farklı değillerdi, onlar da baskıya maruz kalıyordu. Ancak tarih içinde çeşitli kırılma noktalarında erkekler, en azından genel-geçer anlamıyla özgürlüklerine kavuşmayı bildi. Kimi zaman salt kaba kuvvete, kimi zaman fikri bikrimden de beslenen kavgaya dayatan mücadelelerle bir takım haklara kavuşuldu ve bu mücadeleleri yapan insanlar hedefledikleri, düşledikleri noktalara vardılar. Sonuçta bir şekilde günümüz dünyası inşa edildi ama talihsizlik şu oldu ki bu inşa edilen dünyanın hemen her aşaması yalnızca erkekler imza attı. Ortak paydalara ve değerlere dokunsa da devrimleri yapanlar erkeklerdi; mücadele edenler de, düşünenler de, uygulayanlar da, eleştirenler de, beğenmeyip yeniden şöyle yapalım diyenler de erkekti. Dünyanın yaşadığı her değişimde erkekler birinci elden bu değişimi organize ettiler.

Kadınların ve erkeklerin bıçakla çizilmiş keskin bir çizgiyle ayrıldığını hiçbir zaman düşünmedim. İki türün bu yüzden birbirilerine karşı bir üstünlük durumu olduğunu reddediyorum; yalnızca her iki türün kendine has özellikleri var. Ancak erkeklerin ve kadınların kendi aralarında ciddi bir iletişimin olduğunu da, yani bir erkeğin belli bir ölçüde başka bir erkeğe benzediğini de kabul ediyorum. Yani az çok bir erkekle başka bir erkeğin yaptıkları arasında bir benzerlik doğar. Belki de kültürlerin cinsiyetlere biçtiği roller bakımından durağan olmasıyla ortaya çıkmış olan bu durum da hem erkekler hem de kadınlar arasında, kendi içlerinde bir yakınlaşmaya neden olur. Bu bakımdan tarihte yapılan tüm değişim ve dönüşümlerin altında erkeklerin imzası olduğundan günümüzün dünyası da bir nevi erkeklerin kurduğu dünyadır. Feministlerin yok etmeye çalıştığı erkek egemen dünya her ne kadar geçmişte kalmış gibi görünse de bu yüzden aslında tarihin ve modern dünyanın her noktasına sinmiş ve artık içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir.Dünyamıza küçük bir çocuğun gözünden baktığımda başka adamların kurduğu ve benim de içinde küçük bir rol oynadığım bir filmi görüyorum. Pek çok açıdan içinden çıkılmaz bir şekilde isteklerimiz ve beğenilerimiz yönlendirilerek her bir birey yeniden şekillendiriliyor. Ancak sıradan bir erkek, yine sıradan bir kadına göre bir nebze daha şanslı; çünkü hiç değilse bu dünyayı onunla çeşitli yönlerden benzerlik taşıyan bir tür, erkekler şekillendirdi. Oysaki kadınların bu dünya üzerinde de, yaratılan bu dünyada da doğrudan hiçbir katkısı olmadı. Bu yüzden onların ruhları ve karakter özellikleri de kurgulanan bu filme hiçbir şekilde yansımadı. Filme kadın olarak yansıyan şey ise daha çok erkeklerin görmek istediği kadın figürüydü. O kadın figürü tarihin her döneminde farklılık gösterirken bugün daha çok erkeksi bir çehreye bürünmüş durumda; filmlerde, dergilerde işlenen modern kadın, aynı erkek gibi özgür ancak muhtemelen kendisinden oldukça uzak. Çünkü o kadın da erkeklerce modellendirildi: Kadınlara atfedilen romantizmin en başta gelen öğelerinin; şarabın, mumun bir erkek tarafından romantizme simge seçilmesi veya pembenin kadınsı bir renk olarak atfedilmesinde muhtemelen bir erkeğin parmağının olması gibi özgür-şehirli-bağımsız kadın da erkeklerce yaratıldı. O idea'nın yer aldığı, şekillendirildiği bütün eserlerin erkeklerin elinden çıkması bunun en önemli ispatı. Son tahlilde, sözde kadın erkek-egemen konumundan kurtulurken yine onun istediği, onun arzuladığı noktaya geldi. Bu yalnızca kadınlara özgü bir durum da değil; günümüz gençleri, aileleri, sevgilileri toplumdan gelen değerleri temel almaktansa kapitalizmin eserlerindeki idea’lara göre yaşamlarını şekillendiriyor. Tüm filmlerde, popüler kültürü oluşturan her eserde Amerikan kültürünün özendirilmesi ve yavaşça tüm dünyanın Amerikan kültürünün egemen olduğu bir yaşam tarzını benimsemesi gibi…

Kadınlar da, kurgulanan filmi kendisiyle bağdaştıramayan herkes gibi bazı sıkıntılar çekiyor ancak bu sıkıntıların nedenleri ve sonuçları apayrı bir konu. Konu, modern dünyanın kapana kıstırdıkları… Bu sıkıntılar köyden kente göç edenlerin kayıp nesillerinden modern dünyayla aniden tanışan taşra kesimine kadar herkeste gözlemlenen kültürler arası kopukluktan oluşan bir kültür-şoku olarak özetlenebilir. Şehirde yaşayan insanların büyük kısmının fordist sistemin gazabına uğramış Charlie Chaplin'den bir farkı yok zira roller de, istekler de, arzular da, duygular da birbirilerine karışmış durumda. Ancak kadınların günümüzde yaşadığı hayatın temel olarak iki sıkıntılı noktası var. Birincisi tüm insanlığın şu andaki ortak sorunu olan hayatı belli kalıplara göre yaşamak zorunda oluşları; ikincisi ise bu kalıpların kendileriyle çok az ortak noktası olan erkekler tarafından kurgulanması. Her nasıl modern dünya Batı kültürü ve hatta onun çok az bir kısmı modellenerek yaratılmış ve diğerleri o hayatı, onlar gibi yaşamaya mecbur bırakılıyorsa, erkeklerin yarattığı tüm değerler de kadınlara dayatılmakta. Çünkü bu dünyanın egemen doğruları erkekler tarafından yaratıldı, tüm mücadeleler onların düşünceleri üzerinden yapıldı; o düşünceler ise erkek güdüleri, erkek duygularınca şekillendirildi. Dolayısıyla kadınların bu doğrular üzerinden isteyecekleri her hak aslında erkeklerin yarattığı bir düzen içinde onlar gibi olmaya ilerleyen bir adım.

Erkekler ve kadınlar konusunda koyu faşist bir tavır benimsemediğimi belirttim. Erkeklerin inşa ettikleri bu dünyada yalnızca erkeklerin dünyası değildir; bugünkü birikimimizi oluşturan çoğunluğu erkek güruh, doğruyu ararken erkekleri değil tüm insanlığı düşünmüşlerdir. Ancak bunu yaparken duygudaşlık kabiliyetleri ne kadar gelişirse gelişmiş olsun dünyaya, sorunlara ve çözüm ihtimallerine bir erkeğin gözünden bakmışlardır. Kadınların dünya üzerine yansıması ise yalnızca onların erkeklerin dünyasındaki yer itibariyle olmuştur ve bu erkek-egemen tabloyu yıkabilmek de en önce modern kalıpları yıkılmasıyla başlayan uzun bir dönemi gerektirir.

19 Ağustos 2008 Salı

300

Heyecanlı ve olağanüstü hikayelerle görselliği birleştiren çizgi romanların bundan bir otuz kırk yıl öncesinde oldukça popüler olduğunu biliyoruz. Ancak çeşitli vesilelerle bu ilgi biraz azaldı; daha doğrusu çizgi romanlara ilgi azalmasa da bunların dergi biçiminde yayımlanan çeşitleri giderek daha az talep görmeye başladı. Bunun sonucunda bu tip hikayeler toplumu en çok cezbeden biçimiyle, yani sinema ve televizyon dünyasıyla yeniden dönüş yaptı. Zaten kitlesi hazır olan hikayelerin sinemadaki başarısı da azımsanmayacak kadar büyüktü. Ayrıca eskiye nazaran çizgi romanlardaki görsel unsurların filme aktarılmasının, teknolojik alanlardaki gelişmelerle daha da kolaylaşması bu dönüşümü kolaylaştırdı. Böylece bir zamanların popüler bütün çizgi-karakterlerinin hepsi sırayla sinema perdesine düştüler. Yaklaşık bir yıl kadar önce vizyona giren 300 ise kısmen dayandığı gerçeklerle ve bu yüzden de farklı hikayesiyle onlardan epey bir ayrıldı ve çeşitli tartışmaları beraberinde getirdi.

Frank Mills’in 300 adlı çizgi romanında Termofil Savaşı oldukça abartılı ve epik bir dille aktarılırken pek çok kişiyi cezbeden yönü ise çizgi romanın görselliği olmuştu. Aynı çizgi roman sinemaya aktarılırken anlatım özelliklerine ve görselliğine sadık kalınmış ve bunun sonucunda gerçekçilikten uzak ve etkileyici sahneler çıkmıştı. Ancak kullanılan bu abartılı efsanevi üslup da pek çok kişinin rahatsız olmasına neden oldu… Başta İranlılar ve tarihçiler bu filmin gerçekleri yansıtmadığını ve hikayenin de karakterlerin de fazlasıyla oryantalist olmasından dem vurup filme ağır eleştiriler getirdiler. Hatta bazı tarihçiler bu filmin alt hikayesini oluşturan gerçekler hakkında bir takım açıklamalar yapıp kamuoyunu bilgilendirme gereği bile duydular.

Ben filmi izlediğimde ise aslında belli yönlerden bu eleştirilere katıldım; özellikle savaş sahnelerinin abartılı olması ilk dikkatimi çeken yönüydü. Ancak filmin tamamını izleyip bitirdikten sonra, hikaye az buçuk gerçeklere dayansa da, anlatılanın tamamen efsane olduğu düşündüm. Çünkü bütün efsanelerde, daha doğrusu destanlarda, kullanılan ana epik öğeler bu filmde kullanılmış ve bunun sonucunda da ortaya fazlasıyla romantik, sağduyudan ve gerçeklikten uzak bir hikaye koyulmuştu. Ayrıca filmde gözüken bazı yaratıkların gerçekle yakından uzaktan bir alakası yoktu; örneğin Pers Ordusu’ndaki dev gibi Yunan mitlerindeki bazı insanüstü yaratılar resmedilmişti. Efsanenin gerçek yönünü oluşturan Sparta falanksları ve Pers Ordusu’ndaki cavidanlar ise yine destansılaştırılmış. Bu romantik hikayenin iyi tarafı Spartalı askerler, kötü tarafı ise Perslilerdi ve bütün destanlarda gözlemlenebilen tarza uygun olarak iyi karakterler güzel, bilge ve iyi niyetli kurgulanırken, kötü karakterler cani, çirkin ve kötü olarak kurgulanmıştı. Ayrıca tarafsızlıktan tamamen kopulmuş ve hikaye tek bir tarafın gözünden, yani Spartalı askerler ve komutanları Leonidas’ın bakış açısıyla aktarılmıştı. Doğal olarak onların gözünden baktığımız için de Persler de bize çirkin, korkak ve yeteneksiz görünüyordu. Oysa film boyunca Spartalılar cesaretlerini ve onurlarını kaybetmeden özgürlükleri için savaşıyordu. Haklı olarak da bu İranlıları rahatsız etti ancak atladıkları bir nokta vardı ki tarihin köşesinden bucağından geçen her film gibi bu film de tek bir tarafın gözüyle ve efsanevi bir üslupla anlatılmıştı. Bu yüzden bu gibi durumların ortaya çıkması doğaldı.

Doğaldı diyorum çünkü bunun iki nedeni var… Birincisi, destansı bir anlatım bir üslubu benimsediği için doğaldır. Destanlarda halka dersler vermek ve onların morallerini artırmak için her zaman böyle yöntemler kullanılır. Düşmanlar hep çirkin ve kötüyken kendi kahramanları güçlü, cesur ve adaletlidir; bu ve bundan başka bütün olumlu özellikleri kendinde toplarlar. İkinci olarak ise destansı anlatımlarda sübjektif bir duruş benimsenip olaylar taraflı biçimde aktarılır. Bu yüzden tarihte olan olaylar efsaneleşirken kahramanların olumsuz özellikleri ve yaptıkları kötülükler anlatılmaz. Anlatılsa dahi bir kulpa uydurulup kahraman haklı gösterilir. Hatta bu üslup genel anlamıyla çekilen bütün filmlere sirayet etmiştir: Vietnam’da, Irak’ta Amerikalı askerler özgürlük için savaşmıştır ya da bizim tarihi olaylarımız aktarılırken düşmanların zaferleri işgal, bizim zaferlerimiz fetih şeklinde aktarılır ve çekilen filmlerde hep böyle anlatılır. Bu destanların psikolojik savaşın bir parçasının olmasının gereğidir. Destanlar ve böyle mitolojik anlatılar sayesinde milletinizin kendine olan inancını diriltirken karşı tarafın da belli bir oranda karalanması söz konusudur. Elbette karşı tarafın da buna tepki vermesi doğaldır; çünkü onların efsaneleri de muhtemelen tam tersini söyler. Ancak bir tarihçinin çıkıp bu konuda açıklama yapması komiktir zira her şekilde bir efsaneyi anlattığı belli olan bir filme bu film tarihi gerçekleri yansıtmıyor o yüzden değersizdir demek Cüneyt Arkın’ın Bizans askerlerine yaptıklarına bakıp inanmak kadar abuktur. Sonuçta her millet efsanelerinde kendini diğer milletlerden üstün gösterir, her daim davasını yüceltir ve bunu yaparken düşmanlarını olmadık biçimde yerer ancak aradaki fark bazısı bu işe hak ettiği değeri verip efsanelerini yaşatmak için bu işe milyonlar döker, bazısı da tarihin tozlu sayfalarında kaybolup gitmesine göz yumar.

300 filmi de Xerxes’in devasa ordusuna karşı verdiği mücadeleyle Sparta kralı Leonidas’i anlatmış. Özellikle destanlarda geçerli olan “Önemli olan neyi anlattığı değil nasıl anlatıdır” fikrini de düstur alarak onlarca kez işlenen bu hikayeyi kendine has bir üslupta, olağanüstü görselliği temel alarak işlemiş. Özgürlük adına savaşan askerleriyle, inanılmaz görselliğiyle, insanı feci gaza getirmesiyle sonuçta da vermek istediği mesajı sonuna kadar vermiş ve başarılı olmuş.

14 Ağustos 2008 Perşembe

HEY ÇIS Pİ Sİ

Yabancı isimlerin, markaların telaffuzu Türk’ün ateşle imtihanı gibidir. Son zamanlarda sayıları epeyce artan yabancı isimli Türk firmaları ise bu imtihanın zorluğuna tuz biber ekmiştir; şahsen gördüğüm kadarıyla Turkcell’i doğru yazan bayii sayısı tüm Türkiye’de bir elin parmaklarını geçmez. O denli içinden çıkılmaz durumlara neden olan bu sendrom eğer ciddi bir konuşma yapacaksınız ya da kolayca gözden düşebileceğiniz bir ortamdaysanız belinizi iyice büker. Benim aklıma gelen ilk örnek HSBC’dir. Bu ismi epeyce zor okunan banka sanırım iş görüşmelerinde çok yiğidin başını yakmıştır. Karşınızdaki bu konulara takmayacak biri olsa bile yanlış söylediğinizi ya da söyleyemediğinizi fark ettiğinizde sizin konsantrasyonunuz çoktan dağılmıştır. Bunun ardından muhtemelen saçmalamalar gelir; konu, dikkat, motivasyon çöker gider…

Ülkemize aramızdan biri olmaya, bize yeni yeni krediler verip mutlu etmeye gelen ING Bank ise buna kolay bir çözüm bulmuş gibi… Reklamlarından dikkat ettiğim kadarıyla normalde İngilizce kotlanacağı için AY-EN-Cİ olarak okunması gereken ismini banka, reklamlarında doğrudan, hiç kasmadan İ-NE-GE şeklinde duyurmuş. Bence uygun bir adım olmuş bu, hem de reklamlarında verilen mesaja paralel gitmiş. Türkiye’de iş yapıyorsanız ilk etapta müşteriyle sıcak ilişkiler içinde olmanız gerektiğini çözmüşler ve duygusal Türk insanına bir kıyak yapmışlar. Artık doya doya bu bankayı, bir Ahmet bir Ayşe’ymişçesine bağrımıza basabilir, işlem yapabiliriz.

Bu arada unutmadan;

Damadın abisinden damada filipis televizyon…

BEŞİKTAŞLILIK DURUŞU

Hazırlığın oldukça fazla olan boş zamanları için en iyi ilaçlardan biriydi Championship Manager serisi. Saatlerce başından hiç kalkmaksızın oynamakla beraber zamanla oyunda ustalaşmış, Beşiktaş’ın adını tüm dünyaya duyurmaktaydım. Oldum olası böyle oyunlara gıcık olan babam da arada gelip olumsuz yorumlarıyla taciz etmekteydi. Neyse efendim bir gün geldiğinde de beni Şampiyon Ligi maçlarından birinde buldu. Muhabbet açılınca ben de ballandıra ballandıra anlatmaya başladım takımımı; işte baba Tymoschuk’u aldım, buraya Pedersen’i koydum, şu Lahm var ya adam geçirmiyor, Maxi Lopez’in de maç başına en az bir golü var şeklinde… Babam da böyle bir baktı takımın ağzına sıçmış olduğumdan başlayarak, bir zamanların kolej takımı olan Beşiktaş’ı, Rızalı Metinli Feyyazlı altın jenerasyonuna kadar anlattı. Bir an düşündüm ben hakikaten Beşiktaş böyle bir takım değildi hiçbir zaman, olmamıştı…

***

Yıldırım Demirören ve ekibi sayesinde Beşiktaşlılık duruşu dillerimize dolanan bir kavram oldu. Ardı ardına gelen yönetim başarısızlıklarıyla herkes işbirliği etmişçesine o duruşu ve Süleyman Seba’yı yad etmeye başladı. Çünkü Beşiktaş, özellikle efsanevi başkanının son dönemlerinde sportif olarak epey kötü durumdaydı. Önce Serdar Bilgili sonra Yıldırım Demirören, bu başarısızlığı yenmek için mücadele ettiler. Serdar Bilgili göreve gelme sürecinde bir takım yanlış işlere imza atsa da sportif başarıyı getirerek olumlu bir imaj yarattı. Bir dizi talihsiz olay neticesinde de görevi Yıldırım Demirören’e devretti. O günden başlayan süreçte ise Beşiktaş, hem maddi hem manevi olarak oldukça değer kaybetti. Bilhassa yönetim pek çok icraatı Beşiktaş’ın değerleriyle çelişir nitelikteydi. Daha da kötüsü nam-ı değer tüpçünün kendisi de bu duruşu sonuna kadar savunduğunu iddia ediyordu. Peki son zamanlardaki Beşiktaş’ı tribününden tut da oyuncusuna kadar saran nasıl bir şeydi ki koskoca kulübü tarihi köklerinden koparıp bu hale getirdi, onu kendisinden uzaklaştırdı?

İslam Çupi’nin Fenerbahçe taraftarı tarafından sıkça dile getirilen “Fenerbahçe’nin büyüklüğü başka bir büyüklüktür, kupayla başarıyla ölçülmez.” diye bir sözü vardır. Fenerbahçe büyüklüğünü kupayla ilişkilendirmez ama başarısız olunduğunda da tribünlerin boş kaldığını herkes bilir. Bu yüzden aslında bu sözün en uygun olduğu kulüp de, ironik olarak, Beşiktaş’tır. Bunun birden fazla nedeni olabilir. Benim aklıma ilk gelen Fenerbahçe ve Galatasaray arasında sidik yarışı biçiminde cereyan eden rekabettir. Bu rekabet iki kulübü oldukça güçlendirmiş olsa da rekabetin yarattığı gergin hava, bu kulüpleri sürekli olarak başarılı olmaya itti. Kısacası iki kulübün büyüklüğü de aldığı kupalarla, transferleriyle ölçülmeye başlandı. Her iki takımında tribünleri ancak şampiyonluk yarışına girdiklerinde ve başarılı olduklarında doluyordu. Kimi zaman belli değerlerden de bu başarı açlığının ve rekabetin yarattığı gergin ortamda vazgeçildi. Hasan Vezir vakası, Tanju Çolak’ın transferi, yine yakın zamandan Revivo ve Baliç’in transferleri, Özhan Canaydın’a Fenerbahçe’nin golünü alkışlaması üzerine koyulan tepki hep bu rekabetin kirli sonuçlarıydı. Fenerbahçe son olarak Emre’yi de transfer ederek bu rekabete yeni bir boyut kazandırdı. Buna karşılık Beşiktaş’ın her dakika rekabet ettiği bir rakibinin olmaması ve tribün ruhunun takıma bağlılığı Beşiktaş’a daha rahat hareket edebilecek bir alan bırakmıştı. Çünkü Beşiktaş yalnız kendi amaçları doğrultusunda hareket edebilmiş ve başka kulüplerin yaptığı icraatlardan çok fazla etkilenmemişti. Elbette sportif başarı için pek çok adım atıldı, hatta Ertuğrul’un gönderilmesi gibi bazı hamlelerde yanlış bile yapıldı ancak Beşiktaş diğer iki kulüpten daha mütevazı ve saygıdeğer olan kimliğini her zaman korudu.

Beşiktaş’ın bu kimliği belki de bazı zamanlar ona zarar verdi… Örneğin özellikle 90’lı yıllarla başlayan dönemde Beşiktaş iki büyük rakibinin arkasında üçüncü büyük olarak kaldı. Galatasaray ve Fenerbahçe, yaptığı transferlerle dünya futbol piyasasında isimlerini duyurmaya başlarken Beşiktaş, endüstriyel futbol çağının atılması gereken adımlarını atamadı; bu Beşiktaş’ın biraz daha geriye düşmesine neden oldu. Belki maddi imkansızlıklar, belki de bir tercih meselesi olarak kulüp, rakiplerinin Ortega, Hagi, Anderson gibi dünyaca ünlü futbolcuları Türkiye’ye getirme hamlelerine karşılık veremedi. Böylece Beşiktaş sportif olarak da oldukça geriye düştü… Her ne kadar kendi içinden çıkardığı Sergen, Oktay gibi yıldızlarıyla güçlü takım olma özelliğini korunsa da şampiyonluğa uzun bir süre ulaşılamadı.

Serdar Bilgili ise bu gidişatı durdururken kulüp değerlerine belli noktalarda bağlılık gösterdi; icraatlar, hem endüstriyel futbolun gereklerine hem de kulüp değerlerine uygun ilerliyordu. Örneğin ekonomik olarak oldukça rahat olunmasına rağmen sansasyonel transferler yapılmadı, Pascal Nouma olayı ise belki de biraz abartılarak yine Beşiktaş’ın vizyonuna uygun bir biçimde çözüldü.

Yıldırım Demirören ise tamamen farklı bir yöntem izledi. Demirören’in tek isteği Beşiktaş’ı en azından Fenerbahçe kadar başarılı bir takım haline getirip kendisini de Aziz Yıldırım kadar yukarılara bir yerlere taşımaktı. Hem model hem de rakip olarak ise bire bir Fenerbahçe benimsenmişti; Fenerbahçe tüm rakipler içinde daha bir rakip görülüp hedefler onun üzerinden şekillenmeye başladı. Artık Beşiktaş’ın da aynı Galatasaray gibi kendine ezeli bir rakip gördüğü bir takım vardı ve tribün de yönetim de bu rekabeti yaşıyordu. Bu yüzden sportif başarı için daha acele edilmesi gerekti. Demirören bu saikle başladığı işlerde, bizzat kendisinin yarattığı baskı altında ezilip üst üste hatalar yaptı. Başarının kısa sürede gelmesi için yeni isimleri düşünmek yerine rakip büyüklerdeki kariyerini bitirmiş futbolcuları transfer ederek ilk hatayı yaptığında değerlere ilk darbesini vurmuştu. Bunu teknik adam konusundaki yanlışlar izledi; Del Bosque gibi saygın bir teknik direktöre dahi prim verilmedi. Onun yerine getirilen Rıza Çalımbay’a evladımız denildi, beş yıllık kontrat yapıldı ancak sezonun sonunu görmesine izin vermedi. Beşiktaş’ı uzun zamandan sonra ilk kez şampiyonluk yarışına sokan Jean Tigana’nın şampiyonluk maçından önce istifa etmesine göz yumuldu. Kulübün ve kadronun oturabilmesi için gerekli sabır gösterilmediği gibi bilhassa yapılan yabancı transferlerde ve onların yönetiminde başarısız olundu. Artık yönetimin iliğine kadar sinmöiş olan Fenerbahçe kompleksi her platforma yankılandı. Kulübün kısıtlı imkanları har vurup harman savrulurken bir de transferlerde “bir Bobo beş Güiza eder, Ricardinho Alex’ten on beden üstün” gibi ağız ishali emaresi açıklamalarda bulunuldu . Son zamanlarda ise iyiden iyiye profesyonelliğini kaybeden transfer anlayışıyla yarım sezon önce alınan Diatta, Gordon gibi isimlerin sözleşmesi feshedildi, Koray Avcı gibi yüreğini sahaya koyup oynayan bir adam takasta kullanıldı. O adamlara yapılan saygısızlık ve yabancı transferde kaybedilen kredinin yanında bunun kulübe olan maddi zararı ise cabası… Son darbe ise tükürdüğünü yalamak üzerine: Önce olaylı Fenerbahçe maçı sonrası yapılan “PAF takımla çıkacağız” açıklaması, sonra Nobre’nin PAF takıma gönderilip affedilmesi, ardından terliksi mevzuda İbrahimlerin affı… Yönetim kavga edip Beşiktaş’ı zerre umursamadıklarını ispat eden ve takım içinde egolarını çarpıştıran iki kaptanını önce satış listesine koydu, satacak birini bulamayınca öpüp barıştırdı. Demirören ve ekibi bir hışımla giriştikleri bütün işlerden mağlubiyetle ayrılırken kaybeden tüm değerleriyle Beşiktaş kulübü oldu.

Beşiktaş, Yıldırım Demirören’in kişisel ihtiraslarına mağlup oldu ve Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’yi 2000’li yılların başında düşürdüğü kötü duruma düşürdü. Bunun bir benzerini ise Galatasaray ikinci Fatih Terim döneminde yaşamıştı. Ancak iki kulüp değişimlerini tamamlayarak belli bir noktaya geldi ve elde ettikleri sportif başarılar neticesinde kaybettiği kulüp değerlerini hatırlamayabiliyorlar. Örneğin Galatasaray’ın Bülent Korkmaz ve Hakan Şükür’e yaptığı yanlışlarla Fenerbahçe’nin Zico’ya karşı tavrı ve Emre transferi bugün hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Beşiktaş belki başarıyı kazandığında Beşiktaş’ın da yaptığı yanlışlar kimseyi rahatsız etmeyecek ama Yıldırım Demirören’in bu işe başlarken atladığı bir nokta var ki Beşiktaş Fenerbahçe’ye veya Galatasaray’a benzediği gün aslında tamamen kendi ruhunu kaybetmiş olacak…

Beşiktaş Türkiye’de kendi değerlerini en fazla yaratabilmiş kulüp… Bugün halkın takımı denildiğinde de, tribün denildiğinde de, bir zamanların kolej takımı denildiğinde de Feyyaz’ıyla Metin’iyle Rıza’sıyla Çarşı’sıyla Süleyman Seba’sıyla kısacası ruhuyla akla Beşiktaş gelir. Futbol değişen dünyayla değişmiştir ancak Beşiktaş bu değişimiyle kazanmış mıdır bilemeyeceğim çünkü ben sahada ortalama maaşı 2 milyon euro olan, verilen bonservis bedelleri on milyonlarla ifade edilen ve Liverpool’dan sekiz yiyen bir takım görmektense altyapıdan yetişen ve hepsi bizim çocuğumuz olan takımın on yemesini tercih ederim. Hiç değilse sahada ellerinden geleni yaptıklarından ve bir ruhu taşıdıklarından emin olduğum için…

6 Ağustos 2008 Çarşamba

DEAD POEMS SOCIETY


Çocukluğumda en çok sevdiğim kitap Pal Sokağı Çocukları idi. Frenc Molnar’ın yazdığı bu kitap, mahalle çocuklarının sıradan yaşamlarını ve onların hayattaki en büyük mücadelesi olan çete savaşlarını anlatırken onlar arasındaki dostluğun en samimi yönlerini bize yansıtırdı. Klasik bir hikaye her nasılsa dostluğun her noktasına dokunur hale getirilmişti; o kitabın pek çokları açısından en vurucu yönü de buydu.

N. H. Kleinbaum’un aynı adlı eserinden 1989 yılında sinemaya uyarlanan Ölü Ozanlar Derneği (orijinal adıyla Dead Poems Society) de yatılı okulda okuyan bir grup gencin ve onların edebiyat öğretmenlerinin başından geçen olayları bize aktarmış ve bunu yaparken kalıplara, kurallara, insanın yaratıcılığını yok eden tüm dayatmalara genel bir eleştiri getirilmiş. Katı müfredata ve disipline dayalı eğitim gören öğrencilerin bu durumlarından, John Keating’in telkinleri sayesinde kendilerini ifade edebilmelerine uzanan süreçte neler yaşadıkları anlatılırken CARPE DIEM felsefesi eğlenceli bir dille incelenmiş. Dostluğa yapılan vurgular da bana bir başka sevdiğim eser olan Pal Sokağı Çocukları’nı hatırlattı. Bence özellikle izlenilmesi ve izletilmesi gereken bir film; yönetmeni de Peter Wier…

Bu arada bunları yazarken aklıma bir şey geldi… Böyle yapımların bizdeki versiyonları olan Hayat Bilgisi’nde Afet Hanım tarih; Arka Sıradakiler’de Kemal Bey edebiyat; Lise Defteri’nde adını şimdi hatırlayamadığım X Bey müzik öğretmeniydi… Acaba bilerek mi sayısalcı yapmıyorlar bu idealist tipleri, yoksa tesadüf mü?

3 Ağustos 2008 Pazar

ON İKİNCİ ADAM...

Dün Old Trafford’ta oynanan Manchester United-Espanyol hazırlık maçıyla jübilesini yapıp aktif futbol hayatına son veren Solskjaer’i binlerce taraftar uğurladı. Bundan sonra kariyerine Manchester United’ın Yedek Takımı’nda antrenörlük yaparak devam edecek olna efsanevi futbolcu, kendine has futbol tarzıyla takımın bir çok başarısına katkıda bulundu.

Solskjaer’i MANU taraftarı için bir efsane haline getiren şey ise ne üstün tekniği, ne yaptığı akrobatik hareketler, ne karizması, ne sansasyonel yaşantısı, ne de milyon dolarlık transferleriydi… Onu böylesine ön plana çıkaran ve bizler için unutulmaz yapan şey onun alamet-i farikası haline gelen sihirli dokunuşlarıydı. Sonradan oyuna dahil olduğu maçlarda skoru değiştirebilmesindeki başarısı onu süper yedek mertebesine çıkarttı ve futbol dünyasında kendine has bir yer kazanmasını sağladı.Sir Alex Ferguson’un ikinci jenerasyonu pek çok başarıya imza atarken yedek kulübesindeki en önemli silahlardan biri kuşkusuz oydu; kısa sürede de bu şekilde takımın değişmez bir parçası haline geldi. Semih Şentürk’ün Avrupa’daki muadili Solskjaer, MANU adına pek çok maçı çevirirken bu yeteneğinin en dikkat çekici biçimde parladığı maç ise kuşkusuz 1999 Şampiyonlar Ligi Finali’ydi…

Manchester United-Bayern München arasında Nou Camp’ta oynanan maç hem sahadaki oyuncularla hem de izleyicilere verdiği heyecanla unutulmaz maçlar arasında yer aldı. O senenin iki flaş takımının mücadelesinde sahada Schmeichel, Stam, Beckham, Giggs, Kuffour, Matthaus, Effenberg, Jancker, gibi efsane oyuncular vardı. Benim de canlı izlediğim ilk final olması ve gönlümüzün bir kenarını o maçta Kırmızı Şeytanlar’a vermemiz sebebiyle de özel olan o maçta, sahadaki futbolcuların ismine yakışır bir mücadele yaşandı. Maçın hemen başında öne geçen Bayern München, maç boyunca üstün oynamasına ve hatta maç içinde iki topunun direkten dönmesine rağmen son ana kadar soğukkanlı mücadeleden vazgeçmeyen MANU, son iki dakikada atılan iki golle maçı çevirip Şampiyon Ligi kupasına uzandı. İşte MANU için unutulmaz trible'ı getiren o iki golden birinde de Solskjaer’in imzası vardı. Solskjaer yine her zamanki gibi oyuna sonradan dahil olmuş ve yaptığı altın vuruşla takımının kupaya uzanmasını sağlamıştı.

Solskjaer bu şekilde pek çok maçın geri çevrilmesine yardım etti. Bunun yanında ilk on bir başladığı maçlarda da Solskjaer takımı için önemli bir silah olmayı başardı. 1996’da katıldığı Kırmızı Şeytanlar adına çıktığı 366 maçta 126 gol kaydeden futbolcu, sahadaki başarılarının yanında uzun süreli sakatlıklara karşı verdiği mücadeleleriyle de takdir topladı. 2004 yılında futbol hayatının sonu olacak derecede ağır bir sakatlık yaşayan Solskjaer buna rağmen geri dönmeyi bildi ve özellikle MANU’nun 2007 yılındaki Premier Lig zaferinde aktif rol oynadı.

İşte bu efsane futbolcuyu taraftarlar da kendilerine yakışır biçimde uğurlarken Solskjaer yedek kulübesinde çok az futbolcunun doldurabileceği cinsten bir boşluk bıraktı.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

The POLAR EXPRESS

Duygusal yoğunluğu yüksek olduğundan Hollywood’un etinden sütünden her türlü faydalandığı şeylerden biridir Noel. Ancak bununla beraber çok az yapım bunun ağırlığı altından kalkabilmekte ve duyguları öldürmeden, sömürüldüğünü hissettirmeden konuyu işleyebilmekte. Çünkü önce Noel’e uygun bir hikayen olacak, sonra o duyguyu yaşatabilecek karakter ve kurguyu yapacaksın ve en nihayetinde izleyenlerde birlik, beraberlik duygusunu verebilecek mesajın da tüm bunlarla uyuşacak… Kısacası zor iş…

Benim bugün izleme fırsatını yakaladığım, 2004 yılında vizyonda yer alan The Polar Express ise yine aynı bilindik Noel konusunu, kendine has hikayesi ve görsel efektlerle birleştirip bu işin altından kalkmış. Noel’e ve doğal olarak Noel Baba’ya inanmayan bir çocuğun zamanla bir masal tadı yakalayan hikayesi hem çocuklar hem de büyükler için kolayca kapılabilecek narin mesajlarla dolu. Gerçek hayattan masalsı kısma geçiş o kadar iyi kurgulanmış ki insan bunun bir yerde, bir şekilde olabileceğini düşünüyor. Yine görsel efektlerin de bunda katkısı büyük; sanal bir dünya çizmek yerine çizgilerini gerçek dünyadan alan sahneleri tercih etmişler. Bunun yanında yönetmen Robert Zemeckis, basit ve yüzeysel sahneler yerine derin ve karmaşık sahneler tercih ederek filmin biraz da büyüklere hitap etmesini sağlamış. Bu konuda elbette Tim Burton’un tadını yakalayamasa da bazen sahnelerin derinliğinde yaratıcılığın dozuna şaşılabiliyor ve film böylece izlenmesi kolay, basit ve eğlenceli bir yapım haline gelmiş.

Filmde bahsedilmesi gereken bir diğer nokta ise karakterler. Film animasyon olsa da filmde yer alan tipler oyuncuların bire bir kopyası yapılmak suretiyle canlandırılmış. Kondüktörü ve esas çocuğu oynayan Tom Hanks’i zaten hemen tanıyabiliyoruz; bunun yanında Two and a Half Man’in half man’i Angus T. Jones da filmde yalnızlık paylaşılmaz tribindeki çocuk rolünde karşımıza çıkıyor. Oyunculuk konusunda olumlu şeyler söyleyemesek de (zaten animasyon oyunculuk hakkında ne söylenebilir ki) sıcak, samimi, tatlı bir film olmuş… Böyle uzun kış gecelerinde ailecek oturup izlenilebilecek ve tadına doyulmayacak bir film. Şiddetle tavsiye edilir.